Elifbadan
Alfabeye: Harf devriminin dilbilimsel gerekçesi
02.11.2013
02.11.2013
Osmanlı
Devletinde 12 Mayıs 1862 tarihinde, Münif Efendi’nin Cemiyet-i İlmiye
Osmaniye’de verdiği konferansta, harflerde değişiklik yapılması konusu ilk kez
ele alınmış, harf devrimine kadar da bu konu hep tartışılmıştır. Tartışmaların
odağında Arap yazı sisteminde okuma-yazma öğretimine ilişkin güçlükler
olmuştur. Peki, Arap yazı sisteminde Türkçe okuma-yazma öğretimine ilişkin
güçlüklerin dilbilimsel temeli nedir?
Yazı
sistemleri, yazıbirim-sesbirim etkileşimi çerçevesinde
derecelendirilebilmektedir. Söz gelimi, Macarca ve Sırpça gibi dillerde
yazıbirimler sesbirimlerle büyük oranda eşleştiğinden, yazı sistemi “yüzeysel”
ya da “saydam” olarak kabul edilir. İngilizcenin yazı sistemi ise “derin” ya da
“opak” olarak kabul edilir. İbranice, Fransızca, Almanca ve Hollandaca yazı
sistemlerinin saydamlık bakımından bu dillerin arasında bir yerlerde olduğu
belirtilmektedir.1
Okuma-yazmayı öğrenmek demek, çocuğun yazıbirimleri sesbirimlerle nasıl eşleştireceğini öğrenmesi anlamına gelir. Yazı sisteminin opak olması, okuma-yazma öğrenmeyi de güçleştirecektir.2 İspanyolca, Almanca ve Türkçe gibi saydam yazı sistemine sahip dillerde, okuma-yazma öğreniminin Arapça, İngilizce ve Fransızca gibi saydam olmayan dillerdeki okuma-yazma öğreniminden daha kolay gerçekleştiği saptanmıştır.3
Sesbirim-Yazıbirim
Dilde anlam ayırt edici en küçük birim demek olan “sesbirim” (phoneme), “ses” kavramından farklıdır. Söz gelimi, Türkçede /k/ sesbiriminin iki ayrı değişkesi bulunmaktadır: Kâr sözcüğündeki [c] ile kar sözcüğündeki [k]. Bu örnekte sadece [k] ve [c] değil, bu seslerden sonra gelen ünlüler de farklı olduğundan, en küçük çift oluşturmazlar. Dolayısıyla Türkçede /k/ ve /c/ olarak iki ayrı sesbirim yoktur. “Yazıbirim” (grapheme) terimi ise sesbirimi gösteren harf ya da harf birleşimleri demektir. Örneğin İngilizcede thought sözcüğüyedi harf içermekte ancak sadece üç yazıbirim barındırmaktadır: th-ough-t.
Hangisine daha yakın?
İlkece seslerle harflerin tümüyle örtüştüğü bir yazı sisteminden söz etmek olanaksızdır. Türkiye’de Latin alfabesi başlarda bu yönüyle eleştirilmiştir. Türkçenin Arap alfabesiyle yazımında /k/ sesbiriminin farklı iki değişkesi için iki ayrı harf kullanıldığı ama Latin yazı sisteminde bunun olmadığı söylenmiştir. Oysa bu durum sadece /k/ için geçerli değildir. Eğer harflerle sesleri örtüştürmeye kalksaydık, Türkçede tüm ünlülerin ve /k/, /g/, /l/, /v/, /z/, /n/ gibi ünsüzlerin değişkeleri için ikişer harf, /r/ sesbiriminin değişkesi için de üç harf gerekecekti. Dolayısıyla saydamlık, harf-ses etkileşimlerine göre değil, anlam ayırt edici birimlere göre, yani yazıbirim-sesbirim ya da harf-sesbirim etkileşimlerine göre değerlendirilmelidir.
Türkçenin Arap ve Latin alfabesiyle yazımında harf-sesbirim eşleşmeleri, 10 bin 525 sözcükte incelendiğinde, Latin alfabesine dayalı bugünkü yazı sisteminde eşlemenin yüzde 95,33 oranında tam olarak gerçekleştiği, Arap alfabesine dayalı yazı sisteminde ise bu oranın yüzde 21,14 olduğu görülmektedir. 3 Bu oran yazı sistemleri saydam olmayan dillerin oranına yakındır: İngilizcede yüzde 24,5, Fransızcada yüzde 12,9, Hollandacada ise yüzde 21,3 oranında tam eşleşme görülmektedir.
Sayılar her şeyi gösteriyor
Yazı sisteminin saydamlığına ilişkin tek görünüm harf-sesbirim eşleşmeleri değildir, biçim-sesbilimsel başkalaşımlar da saydamlığı etkilemektedir. Arap yazı sistemi gibi, saydam olmayan yazı sistemlerinde, biçimbirimlerin farklı altbiçimcikleri göz ardı edilerek yazıda gösterilmemektedir. Söz gelimi, Latin yazı sisteminde –DI biçimbiriminin sekiz altbiçimciği gösterilmesine karşın, Osmanlıca yazı sisteminde bu ek tek bir biçimde gösterilir.
Görüldüğü gibi, mesele “Arap” ya da “Latin” olmak demek değildir, mesele yazı sistemi meselesidir. Kâzım Karabekir’in daha o zamanlar Vakit gazetesine verdiği demeçteki âlem-i İslâma karşı mahcubiyet duygusu ya da “bir gecede geçmişle bağlarımızı koparıp attılar” düşüncesi bugün hâlâ kimi çevrelerde geçerliliğini koruyor gibidir. Zannedersiniz ki harf devrimi öncesinde ümmet-i Osmâniyye harıl harıl kitap okuyordu. Oysa sayılar her şeyi gösteriyor: 1897 ile 1927 arasında Arap yazı sisteminin kullanıldığı 30 yıl boyunca yüzde 0,2 oranında artan okuryazarlık, Latin harflerinin kabul edildiği 1928’den sonraki yedi yıl içinde yüzde 19,25 oranında artmıştır.
Notlar:
1. Bkz. S.R. Borgwaldt, F. M. Hellwig, ve A.M.B. de Groot, Word-Initial Entropy in Five Languages: Letter to Sound, and Sound to Letter, Written Language & Literacy, 7/2, 65–84, 2004.
2. L. Katz ve R. Frost, The Reading Process is Different for Different Orthographies: The Orthographic Depth Hypothesis, Haskins Laboratories Status Report on Speech Research, 111/112, 147-160, 1992.
3. Ö. Aydın, Elifbâdan Alfabeye: İki Yazı Sisteminde Yazıbirim-Sesbirim Etkileşimi, ODTÜ Gelişme Dergisi, 39 (Nisan), 2012, 61-86, 2012.
Bu yazı soL gazetesinin bilimsoL sayfasında 1 Kasım 2013 tarihinde yayınlanmıştır.
Okuma-yazmayı öğrenmek demek, çocuğun yazıbirimleri sesbirimlerle nasıl eşleştireceğini öğrenmesi anlamına gelir. Yazı sisteminin opak olması, okuma-yazma öğrenmeyi de güçleştirecektir.2 İspanyolca, Almanca ve Türkçe gibi saydam yazı sistemine sahip dillerde, okuma-yazma öğreniminin Arapça, İngilizce ve Fransızca gibi saydam olmayan dillerdeki okuma-yazma öğreniminden daha kolay gerçekleştiği saptanmıştır.3
Sesbirim-Yazıbirim
Dilde anlam ayırt edici en küçük birim demek olan “sesbirim” (phoneme), “ses” kavramından farklıdır. Söz gelimi, Türkçede /k/ sesbiriminin iki ayrı değişkesi bulunmaktadır: Kâr sözcüğündeki [c] ile kar sözcüğündeki [k]. Bu örnekte sadece [k] ve [c] değil, bu seslerden sonra gelen ünlüler de farklı olduğundan, en küçük çift oluşturmazlar. Dolayısıyla Türkçede /k/ ve /c/ olarak iki ayrı sesbirim yoktur. “Yazıbirim” (grapheme) terimi ise sesbirimi gösteren harf ya da harf birleşimleri demektir. Örneğin İngilizcede thought sözcüğüyedi harf içermekte ancak sadece üç yazıbirim barındırmaktadır: th-ough-t.
Hangisine daha yakın?
İlkece seslerle harflerin tümüyle örtüştüğü bir yazı sisteminden söz etmek olanaksızdır. Türkiye’de Latin alfabesi başlarda bu yönüyle eleştirilmiştir. Türkçenin Arap alfabesiyle yazımında /k/ sesbiriminin farklı iki değişkesi için iki ayrı harf kullanıldığı ama Latin yazı sisteminde bunun olmadığı söylenmiştir. Oysa bu durum sadece /k/ için geçerli değildir. Eğer harflerle sesleri örtüştürmeye kalksaydık, Türkçede tüm ünlülerin ve /k/, /g/, /l/, /v/, /z/, /n/ gibi ünsüzlerin değişkeleri için ikişer harf, /r/ sesbiriminin değişkesi için de üç harf gerekecekti. Dolayısıyla saydamlık, harf-ses etkileşimlerine göre değil, anlam ayırt edici birimlere göre, yani yazıbirim-sesbirim ya da harf-sesbirim etkileşimlerine göre değerlendirilmelidir.
Türkçenin Arap ve Latin alfabesiyle yazımında harf-sesbirim eşleşmeleri, 10 bin 525 sözcükte incelendiğinde, Latin alfabesine dayalı bugünkü yazı sisteminde eşlemenin yüzde 95,33 oranında tam olarak gerçekleştiği, Arap alfabesine dayalı yazı sisteminde ise bu oranın yüzde 21,14 olduğu görülmektedir. 3 Bu oran yazı sistemleri saydam olmayan dillerin oranına yakındır: İngilizcede yüzde 24,5, Fransızcada yüzde 12,9, Hollandacada ise yüzde 21,3 oranında tam eşleşme görülmektedir.
Sayılar her şeyi gösteriyor
Yazı sisteminin saydamlığına ilişkin tek görünüm harf-sesbirim eşleşmeleri değildir, biçim-sesbilimsel başkalaşımlar da saydamlığı etkilemektedir. Arap yazı sistemi gibi, saydam olmayan yazı sistemlerinde, biçimbirimlerin farklı altbiçimcikleri göz ardı edilerek yazıda gösterilmemektedir. Söz gelimi, Latin yazı sisteminde –DI biçimbiriminin sekiz altbiçimciği gösterilmesine karşın, Osmanlıca yazı sisteminde bu ek tek bir biçimde gösterilir.
Görüldüğü gibi, mesele “Arap” ya da “Latin” olmak demek değildir, mesele yazı sistemi meselesidir. Kâzım Karabekir’in daha o zamanlar Vakit gazetesine verdiği demeçteki âlem-i İslâma karşı mahcubiyet duygusu ya da “bir gecede geçmişle bağlarımızı koparıp attılar” düşüncesi bugün hâlâ kimi çevrelerde geçerliliğini koruyor gibidir. Zannedersiniz ki harf devrimi öncesinde ümmet-i Osmâniyye harıl harıl kitap okuyordu. Oysa sayılar her şeyi gösteriyor: 1897 ile 1927 arasında Arap yazı sisteminin kullanıldığı 30 yıl boyunca yüzde 0,2 oranında artan okuryazarlık, Latin harflerinin kabul edildiği 1928’den sonraki yedi yıl içinde yüzde 19,25 oranında artmıştır.
Notlar:
1. Bkz. S.R. Borgwaldt, F. M. Hellwig, ve A.M.B. de Groot, Word-Initial Entropy in Five Languages: Letter to Sound, and Sound to Letter, Written Language & Literacy, 7/2, 65–84, 2004.
2. L. Katz ve R. Frost, The Reading Process is Different for Different Orthographies: The Orthographic Depth Hypothesis, Haskins Laboratories Status Report on Speech Research, 111/112, 147-160, 1992.
3. Ö. Aydın, Elifbâdan Alfabeye: İki Yazı Sisteminde Yazıbirim-Sesbirim Etkileşimi, ODTÜ Gelişme Dergisi, 39 (Nisan), 2012, 61-86, 2012.
Bu yazı soL gazetesinin bilimsoL sayfasında 1 Kasım 2013 tarihinde yayınlanmıştır.
Yaşam tarzı değişimi yaşlanmayı yavaşlatabilir mi?
06.10.2013
Yeni bir makale, yaşla beraber normalde kısalan ‘telomer’ isimli kromozom uçlarının, diyet, alıştırma, ve stressiz ortam sayesinde insanlarda tekrar uzayabileceğine işaret etti.
Yeni bir makale, yaşla beraber normalde kısalan ‘telomer’ isimli kromozom uçlarının, diyet, alıştırma, ve stressiz ortam sayesinde insanlarda tekrar uzayabileceğine işaret etti. Yaşla beraber hücre genomlarında biriken hasar, yaşlanmanın başlıca sebepleri arasında. Ancak son onyıllarda yapılan araştırmalar, diyet ve alıştırma gibi uygulamaların hücrelerdeki hasar birikimi yavaşlatabileceğine işaret ediyordu. Orta yaşlı fare ve sıçanlarda bu uygulamaların dokuların canlanmasını, hatta ömrün uzamasını sağladığı gösterilmişti.
Geçen hafta Lancet Oncology dergisinde yayınlanan bir çalışma da, yaşlanma sırasında yaşanan bir moleküler değişimi inceleyerek insanlarda benzer bir bulguya ulaştı. Makaleye göre yaşla beraber normalde kısalan telomer isimli kromozom uçları, diyet, egzersiz ve stressiz bir ortam sayesinde tekrar uzayabilir. Ancak dar bir örneklemle yapılan deneyin sonuçlarının kesinleşmesi için tekrarlanması gerektiğine de dikkat çekiliyor.
Telomerler
Kromozomlar, proteine sarılmış uzun DNA molekülleridir. İnsanda her bir vücut hücresinde 46 adet bulunur. Kromozomların en uç bölgelerine telomer denir. Hücre bölünmesi sırasında DNA'yı kopyalayan enzimler, bu uç bölgeleri kopyalayamaz. Dolayısıyla vücut hücrelerinin her bölünmesinde telomer bölgeleri bir miktar kısalır. Telomerler tamamen tükendiğinde, hücre bölünmeyi durdurur, çalışmaz hale gelir, bazen de intihar eder. 'Ölümsüz' olan eşey hücrelerinde ve kök hücrelerde ise "telomeraz" isimli özel bir enzim, bu bölgelerin kopyalanmasını sağlar*. Dolayısıyla bu hücreler sonsuza kadar bölünebilir.
Akyuvarlardaki telomerlerin uzunluğunun, çocukluktan itibaren yaşla beraber azalma eğiliminde olduğu daha önce bulunmuştu. Dokuların yaşla beraber zayıflaması ve iş göremez hale gelmesinin bir sebebinin de telomer kısalması olduğunu düşünülüyordu.
İlginç biçimde, kronik strese maruz kalan çocuk ve erişkinlerde bu azalmanın daha hızlı gerçekleştiği son yıllarda gösterilmişti. Bunun sebebi tam olarak bilinmese de, stresin hücrelerin kendilerini yenileme kapasitesini azalttığı tahmin ediliyor. Kan kök hücrelerinin stres altında telomerazı daha az üretiyor olmaları da bir olasılık.
Geçen hafta yayınlanan çalışma ise, telomer biyolojisinin 'anası' Elizabeth Blackburn'ün** de dahil olduğu ekip, iyi beslenmenin ve stresi azaltıcı etkilerin telomer uzunluğuna etkisini inceledi. Çalışma kapsamında iyi halli prostat kanseri hastası 35 erkek beş yıl boyunca izlenmiş. Bunlardan 25'i kontrol, 10'u test grubu olmuş. Test grubundaki denekler şu programı izlemişler:
- Vejeteryan tipi, bol sebze ve meyve içeren, bitki temelli proteini bol, yağ ve şekeri düşük bir diyet
- Günde yarım saat aerobik alıştırma
- Yoga tipi gerinme hareketleri ve meditasyon
- Haftalık sosyal grup söyleşileri.
Beş yıl sonunda kontrol grubunda telomer uzunluğu %3 azalırken, test grubunda %10 artmış. Bu da, stressiz ortamda ve/veya iyi beslenme koşullarında hücrelerin canlılıklarını koruyabildiklerini, hatta daha önce birikmiş hasarı giderebildiklerine işaret ediyor.
Sonuçlar aslında çok şaşırtıcı değil
Stresin yaşlanmayı hızlandırıcı etkisine, keza kalori kısıtlamasının ve fiziksel alıştırmanın yaşlanmayı yavaşlatıcı etkisine dair fare ve sinek gibi model organizmalarla son yıllarda yapılan çok sayıda çalışma var. Ayrıca aynı bireyin akyuvarlarındaki telomer uzunluğunun, bazen bir yıl öncesine göre daha uzun çıkabildiği daha önce yayınlanmıştı. Bunun sebebi rasgele süreçler (aynı bireyin akyuvarları arası değişkenlik ve küçük örneklem) olabilirdi. Son çalışma ise, çevresel etkileri rolü olduğunu ima ediyor.
Buna rağmen yazarlar makalede, çalışma az sayıda bireyle yapıldığı için sonuçlara ihtiyatla yaklaşılması gerektiğine işaret ediyorlar. On bireyde, 25 başka bireye kıyasla görülen bir değişimin rasgele olması imkansız değil. Dolayısıyla daha geniş ve daha iyi düzenlenmiş örneklemlerle tekrarlanması gerekiyor.
Ayrıca olası telomer uzamasının mekanizması da tespit edilmeyi bekliyor. Zira ekip, test grubunda telomeraz aktivitesinin kontrol grubundan daha yüksek olduğu yönünde bir bulgu edinemedi. Yaşlanma sürecine basit çevresel önlemlerle müdahale edilebileceğine işaret eden çalışmalar artıyor. Bu açıdan, sermaye düzeni başta olmak üzere, öğrenim ve çalışma yaşamında stres seviyesini yükselten sistem ve kültürlerin halk sağlığına verdikleri uzun vadeli zarar da değerlendirilmeyi bekliyor.
Notlar:
* Telomeraz enzimi kanserleşen hücrelerde de üretilir. Nitekim kanser hücrelerinin sınırsız bölünmelerinin sırlarından biri telomeraz üretimidir.
** Telomerlerin hücre bölünmesi sırasında kısalacağını ve bunu gidermek için özel bir enzim gerektiğini 1973 yılında Sovyet biyolog Alexey Olovnikov teorik olarak tahmin etmiş, bu tahmin sonraki on yıllarda doğrulanmıştı. Ancak 2009 yılında verilen telomer ve telomerazın keşfi konusunda verilen Nobel ödülüne dahil edilmedi. Ödül, telomer işlevini deneysel olarak gösteren Blackburn’ün başını çektiği ekibe verildi.
İlgili makale:
Ornish v.d., 2013, The Lancet Oncology,
doi:10.1016/S1470-2045(13)70366-8
06.10.2013
Yeni bir makale, yaşla beraber normalde kısalan ‘telomer’ isimli kromozom uçlarının, diyet, alıştırma, ve stressiz ortam sayesinde insanlarda tekrar uzayabileceğine işaret etti.
Yeni bir makale, yaşla beraber normalde kısalan ‘telomer’ isimli kromozom uçlarının, diyet, alıştırma, ve stressiz ortam sayesinde insanlarda tekrar uzayabileceğine işaret etti. Yaşla beraber hücre genomlarında biriken hasar, yaşlanmanın başlıca sebepleri arasında. Ancak son onyıllarda yapılan araştırmalar, diyet ve alıştırma gibi uygulamaların hücrelerdeki hasar birikimi yavaşlatabileceğine işaret ediyordu. Orta yaşlı fare ve sıçanlarda bu uygulamaların dokuların canlanmasını, hatta ömrün uzamasını sağladığı gösterilmişti.
Geçen hafta Lancet Oncology dergisinde yayınlanan bir çalışma da, yaşlanma sırasında yaşanan bir moleküler değişimi inceleyerek insanlarda benzer bir bulguya ulaştı. Makaleye göre yaşla beraber normalde kısalan telomer isimli kromozom uçları, diyet, egzersiz ve stressiz bir ortam sayesinde tekrar uzayabilir. Ancak dar bir örneklemle yapılan deneyin sonuçlarının kesinleşmesi için tekrarlanması gerektiğine de dikkat çekiliyor.
Telomerler
Kromozomlar, proteine sarılmış uzun DNA molekülleridir. İnsanda her bir vücut hücresinde 46 adet bulunur. Kromozomların en uç bölgelerine telomer denir. Hücre bölünmesi sırasında DNA'yı kopyalayan enzimler, bu uç bölgeleri kopyalayamaz. Dolayısıyla vücut hücrelerinin her bölünmesinde telomer bölgeleri bir miktar kısalır. Telomerler tamamen tükendiğinde, hücre bölünmeyi durdurur, çalışmaz hale gelir, bazen de intihar eder. 'Ölümsüz' olan eşey hücrelerinde ve kök hücrelerde ise "telomeraz" isimli özel bir enzim, bu bölgelerin kopyalanmasını sağlar*. Dolayısıyla bu hücreler sonsuza kadar bölünebilir.
Akyuvarlardaki telomerlerin uzunluğunun, çocukluktan itibaren yaşla beraber azalma eğiliminde olduğu daha önce bulunmuştu. Dokuların yaşla beraber zayıflaması ve iş göremez hale gelmesinin bir sebebinin de telomer kısalması olduğunu düşünülüyordu.
İlginç biçimde, kronik strese maruz kalan çocuk ve erişkinlerde bu azalmanın daha hızlı gerçekleştiği son yıllarda gösterilmişti. Bunun sebebi tam olarak bilinmese de, stresin hücrelerin kendilerini yenileme kapasitesini azalttığı tahmin ediliyor. Kan kök hücrelerinin stres altında telomerazı daha az üretiyor olmaları da bir olasılık.
Geçen hafta yayınlanan çalışma ise, telomer biyolojisinin 'anası' Elizabeth Blackburn'ün** de dahil olduğu ekip, iyi beslenmenin ve stresi azaltıcı etkilerin telomer uzunluğuna etkisini inceledi. Çalışma kapsamında iyi halli prostat kanseri hastası 35 erkek beş yıl boyunca izlenmiş. Bunlardan 25'i kontrol, 10'u test grubu olmuş. Test grubundaki denekler şu programı izlemişler:
- Vejeteryan tipi, bol sebze ve meyve içeren, bitki temelli proteini bol, yağ ve şekeri düşük bir diyet
- Günde yarım saat aerobik alıştırma
- Yoga tipi gerinme hareketleri ve meditasyon
- Haftalık sosyal grup söyleşileri.
Beş yıl sonunda kontrol grubunda telomer uzunluğu %3 azalırken, test grubunda %10 artmış. Bu da, stressiz ortamda ve/veya iyi beslenme koşullarında hücrelerin canlılıklarını koruyabildiklerini, hatta daha önce birikmiş hasarı giderebildiklerine işaret ediyor.
Sonuçlar aslında çok şaşırtıcı değil
Stresin yaşlanmayı hızlandırıcı etkisine, keza kalori kısıtlamasının ve fiziksel alıştırmanın yaşlanmayı yavaşlatıcı etkisine dair fare ve sinek gibi model organizmalarla son yıllarda yapılan çok sayıda çalışma var. Ayrıca aynı bireyin akyuvarlarındaki telomer uzunluğunun, bazen bir yıl öncesine göre daha uzun çıkabildiği daha önce yayınlanmıştı. Bunun sebebi rasgele süreçler (aynı bireyin akyuvarları arası değişkenlik ve küçük örneklem) olabilirdi. Son çalışma ise, çevresel etkileri rolü olduğunu ima ediyor.
Buna rağmen yazarlar makalede, çalışma az sayıda bireyle yapıldığı için sonuçlara ihtiyatla yaklaşılması gerektiğine işaret ediyorlar. On bireyde, 25 başka bireye kıyasla görülen bir değişimin rasgele olması imkansız değil. Dolayısıyla daha geniş ve daha iyi düzenlenmiş örneklemlerle tekrarlanması gerekiyor.
Ayrıca olası telomer uzamasının mekanizması da tespit edilmeyi bekliyor. Zira ekip, test grubunda telomeraz aktivitesinin kontrol grubundan daha yüksek olduğu yönünde bir bulgu edinemedi. Yaşlanma sürecine basit çevresel önlemlerle müdahale edilebileceğine işaret eden çalışmalar artıyor. Bu açıdan, sermaye düzeni başta olmak üzere, öğrenim ve çalışma yaşamında stres seviyesini yükselten sistem ve kültürlerin halk sağlığına verdikleri uzun vadeli zarar da değerlendirilmeyi bekliyor.
Notlar:
* Telomeraz enzimi kanserleşen hücrelerde de üretilir. Nitekim kanser hücrelerinin sınırsız bölünmelerinin sırlarından biri telomeraz üretimidir.
** Telomerlerin hücre bölünmesi sırasında kısalacağını ve bunu gidermek için özel bir enzim gerektiğini 1973 yılında Sovyet biyolog Alexey Olovnikov teorik olarak tahmin etmiş, bu tahmin sonraki on yıllarda doğrulanmıştı. Ancak 2009 yılında verilen telomer ve telomerazın keşfi konusunda verilen Nobel ödülüne dahil edilmedi. Ödül, telomer işlevini deneysel olarak gösteren Blackburn’ün başını çektiği ekibe verildi.
İlgili makale:
Ornish v.d., 2013, The Lancet Oncology,
doi:10.1016/S1470-2045(13)70366-8
Bilim insanları etki çarpanına başkaldırdı
27.05.2013
Dünya çapında 150'yi aşkın tanınmış bilim insanı ve 75 araştırma grubu, bilimsel yayınların önemini ölçmekte kullanılan "etki çarpanı"nın bilim insanlarının üretimlerinin değerlendirilmesinde kullanılması pratiğini eleştirdi.
Bilim insanları, bir araştırmacının niteliğinin, makalelerinin nerede yayınlandığı değil, makalelerin içeriği tarafından belirlenmesi gerektiğini vurguladılar.
Thomson Reuters adlı uluslararası şirket tarafından bilimsel dergiler için hesaplanan etki çarpanları (İng. impact factor), bir derginin ne kadar atıf aldığına göre derginin alandaki "önemini" tahmin ediyor. Bu istatistik 1950'lerde kütüphanelerin hangi dergilere abone olacaklarına karar vermelerini kolaylaştırmak için hesaplanmaya başlanmıştı.
Buradan, bilim insanlarının yayınlarının yayın yaptıkları makalenin etki çarpanına göre değerlendirilmesi pratiği doğdu. Örneğin bir araştırmacının işe alınması veya araştırma desteği başvurusunun incelenmesi süreçlerinde, keza bir araştırma kurumunun üretiminin değerlendirilmesinde, yapılan yayınların içeriğine ve etkisine değil, etki çarpanı yüksek dergilerde yayın yapıp yapmadıkları kıstas alınmaya başlandı.
Buna tepki olarak, ABD Hücre Biyolojisi Derneği (ASCB) üzerinden örgütlenen bir grup bilim insanı geçen hafta yaptıkları basın açıklamasında etki çarpanının, "araştırmanın nasıl yapılması, sunulması ve mali olarak desteklenmesi" süreçlerini çarpıtan bir tür "takıntı"ya dönüştüğünü vurguladılar.
Açıklamada, örnek olarak Hindistan ve Çin gibi bazı ülkelerde etki çarpanının genç araştırmacılar tarafından aşırı önemsendiği ifade edildi.
Öte yandan gelişmiş ülkelerde de araştırmacıların makaleleri nerede yayınlandıklarına göre değerlendirdikleri biliniyor.
Açıklamada, etki çarpanının araştırma raporlarıyla derleme makaleleri birbirinden ayırmadığı ve yoğun atıfta bulunulan birkaç makalenin ortalamayı yukarı çekebildiğine işaret ediliyor.
Etki çarpanının bir sorunu da farklı bilimsel alanlar arasında ayrım yapmaması. Örneğin genetik alanında yapılan yayınlar çok olduğu için genetikle ilgili makalelerin atıf oranı yüksek oluyor. Ekoloji az çalışılan bir alan olduğundan, ekoloji makalelerinin atıfları düşük oluyor. Bu durumda bilimsel dergi editörleri, etki çarpanlarını yüksek tutmak için genetik makalelerini yayınlamayı, ekoloji makaleleri yayınlamaya tercih edebiliyorlar.
Grup, geçtiğimiz Aralık ayında San Fransisko Araştırma Değerlendirmesi Deklarasyonu (San Francisco Declaration on Research Assessment; DORA ) başlığı altında hazırlanan ve 15 Mayıs tarihinde internette yayınlanan belgede "bilimsel üretimin doğru ölçülmesi ve makul şekilde değerlendirilmesi zorunludur" dedi.
Belgede araştırmacı topluluğunu, araştırma destekleri, işe alma ve yükseltme süreçlerinde etki çarpanlarından kurtulmaya çağırdı.
Belgeye imza verenler arasında ABD'nin başlıca temel bilim yayınlarından Science dergisinin editörü Bruce Alberts, yine ABD'nin başlıca tıp araştırmaları destek kurumlarından Howard Hughes Medical Institute ve İngiltere'den Wellcome Trust yer aldı.
ASCB Yürütme Müdürü Stefano Bertuzzi bilim topluluğunda alışkanlıkların bir günde değişmeyeceğini söylerken, yine de değişim sinyalleri olduğuna işaret etti.
Örneğin ABD Ulusal Kanser Enstitüsü Müdürü Harold Varmus'un verdiği bilgiye göre artık araştırma desteği için başvuran bilimcilerden yalnızca makalelerini sıralamaları değil, en önemli çalışmalarını özetlemeleri istenecek.
ABD Ulusal Bilim Fonu da (National Science Foundation) araştırma destek başvurularında yayınların yanı sıra üretilen veri kümelerinin de sıralanması öneriyor.
Türkiye'de araştırma desteği başvurularında etki çarpanı önemli olsa da Batı ülkeleri veya Çin gibi bilimsel açıdan daha ileride ülkelerdeki kadar öncelikli değil. Öte yandan Türkiye'de araştırmacıların üretimlerini ölçmede kullanılan yayın sayısı kriteri de en az etki çarpanı kadar sorunlu olabiliyor.
BilimsoL ekibi hazırladı.
facebook.com/BilimsoL
twitter.com/BilimsoL
Kaynak:
Jocelyn Kaiser, "In 'Insurrection,' Scientists, Editors Call for Abandoning Journal Impact Factors", Science News, 16 May 2013
Bilim insanları, bir araştırmacının niteliğinin, makalelerinin nerede yayınlandığı değil, makalelerin içeriği tarafından belirlenmesi gerektiğini vurguladılar.
Thomson Reuters adlı uluslararası şirket tarafından bilimsel dergiler için hesaplanan etki çarpanları (İng. impact factor), bir derginin ne kadar atıf aldığına göre derginin alandaki "önemini" tahmin ediyor. Bu istatistik 1950'lerde kütüphanelerin hangi dergilere abone olacaklarına karar vermelerini kolaylaştırmak için hesaplanmaya başlanmıştı.
Buradan, bilim insanlarının yayınlarının yayın yaptıkları makalenin etki çarpanına göre değerlendirilmesi pratiği doğdu. Örneğin bir araştırmacının işe alınması veya araştırma desteği başvurusunun incelenmesi süreçlerinde, keza bir araştırma kurumunun üretiminin değerlendirilmesinde, yapılan yayınların içeriğine ve etkisine değil, etki çarpanı yüksek dergilerde yayın yapıp yapmadıkları kıstas alınmaya başlandı.
Buna tepki olarak, ABD Hücre Biyolojisi Derneği (ASCB) üzerinden örgütlenen bir grup bilim insanı geçen hafta yaptıkları basın açıklamasında etki çarpanının, "araştırmanın nasıl yapılması, sunulması ve mali olarak desteklenmesi" süreçlerini çarpıtan bir tür "takıntı"ya dönüştüğünü vurguladılar.
Açıklamada, örnek olarak Hindistan ve Çin gibi bazı ülkelerde etki çarpanının genç araştırmacılar tarafından aşırı önemsendiği ifade edildi.
Öte yandan gelişmiş ülkelerde de araştırmacıların makaleleri nerede yayınlandıklarına göre değerlendirdikleri biliniyor.
Açıklamada, etki çarpanının araştırma raporlarıyla derleme makaleleri birbirinden ayırmadığı ve yoğun atıfta bulunulan birkaç makalenin ortalamayı yukarı çekebildiğine işaret ediliyor.
Etki çarpanının bir sorunu da farklı bilimsel alanlar arasında ayrım yapmaması. Örneğin genetik alanında yapılan yayınlar çok olduğu için genetikle ilgili makalelerin atıf oranı yüksek oluyor. Ekoloji az çalışılan bir alan olduğundan, ekoloji makalelerinin atıfları düşük oluyor. Bu durumda bilimsel dergi editörleri, etki çarpanlarını yüksek tutmak için genetik makalelerini yayınlamayı, ekoloji makaleleri yayınlamaya tercih edebiliyorlar.
Grup, geçtiğimiz Aralık ayında San Fransisko Araştırma Değerlendirmesi Deklarasyonu (San Francisco Declaration on Research Assessment; DORA ) başlığı altında hazırlanan ve 15 Mayıs tarihinde internette yayınlanan belgede "bilimsel üretimin doğru ölçülmesi ve makul şekilde değerlendirilmesi zorunludur" dedi.
Belgede araştırmacı topluluğunu, araştırma destekleri, işe alma ve yükseltme süreçlerinde etki çarpanlarından kurtulmaya çağırdı.
Belgeye imza verenler arasında ABD'nin başlıca temel bilim yayınlarından Science dergisinin editörü Bruce Alberts, yine ABD'nin başlıca tıp araştırmaları destek kurumlarından Howard Hughes Medical Institute ve İngiltere'den Wellcome Trust yer aldı.
ASCB Yürütme Müdürü Stefano Bertuzzi bilim topluluğunda alışkanlıkların bir günde değişmeyeceğini söylerken, yine de değişim sinyalleri olduğuna işaret etti.
Örneğin ABD Ulusal Kanser Enstitüsü Müdürü Harold Varmus'un verdiği bilgiye göre artık araştırma desteği için başvuran bilimcilerden yalnızca makalelerini sıralamaları değil, en önemli çalışmalarını özetlemeleri istenecek.
ABD Ulusal Bilim Fonu da (National Science Foundation) araştırma destek başvurularında yayınların yanı sıra üretilen veri kümelerinin de sıralanması öneriyor.
Türkiye'de araştırma desteği başvurularında etki çarpanı önemli olsa da Batı ülkeleri veya Çin gibi bilimsel açıdan daha ileride ülkelerdeki kadar öncelikli değil. Öte yandan Türkiye'de araştırmacıların üretimlerini ölçmede kullanılan yayın sayısı kriteri de en az etki çarpanı kadar sorunlu olabiliyor.
BilimsoL ekibi hazırladı.
facebook.com/BilimsoL
twitter.com/BilimsoL
Kaynak:
Jocelyn Kaiser, "In 'Insurrection,' Scientists, Editors Call for Abandoning Journal Impact Factors", Science News, 16 May 2013
Yaşlanma sürecinin moleküler kontrolü nasıl sağlanıyor?
09.05.2013
Yeni bir araştırma, hipotalamusta iltihaplanmadan sorumlu bir molekülün aktivitesinin, yaşlanmanın hızını etkilediğini gösterdi.
Beynimizin hipotalamus adı verilen bölgesi ürettiği hormonlar yoluyla büyüme, üreme ve metabolizma kontrolü gibi yaşamsal öneme sahip biyolojik süreçleri kontrol eder. Öte yandan yaşlanma sırasında yaşanan değişimlerin beynin hangi kısmı tarafından etkilendiği bugüne kadar bilinmiyordu. Bu sürecin moleküler düzeyde nasıl kontrol edildiğine ilişkin de bugüne kadar sınırlı bilgi mevcuttu. Biyologlar genel olarak yaşlanmanın vücutta hasar birikiminin sonucu olduğunu tahmin ediyorlardı.
ABD’nin New York şehrinde bulunan Albert Einstein Collage of Medicine’de yapılan ve 1 Mayıs tarihinde Nature dergisinde yayınlanan çalışmada, hipotalamus faaliyetinin yaşlanmanın hızını etkilediğini gösterdi. NF-kB adlı inflamasyondan (iltihaplanma) sorumlu bir molekülün bu süreçte çok önemli rol oynadığı bulundu. Yaşlı farelerle genç farelerin beyinlerindeki NF-kB molekülünün ne kadar aktif olduğunu (ne kadar anlatıldığını) karşılaştıran bilim insaları, genç farelerin beynindeki hipotalamus bölgesinde bu molekülün çok az etkin olduğunu ve yaşlı farelerde bu etkinliğin anlamlı derecede arttığını buldu. Yaşlanma ile NF-kB molekülü arasındaki ilişkiyi daha iyi anlamak isteyen araştırmacılar fare beynindeki NF-kB molekülünü kendi müdahaleleriyle etkinleştirme veya baskılama deneyleri yaptı. Bu deneylerin sonunda aktif NF-kB molekülüne sahip farelerde algıda zayıflık, kas gücünde azalma, deri incelmesi gibi yaşlanmayla ilişkili bir dizi özellik gözlemlendi. Araştırmacılar ayrıca NF-kB molekülünü baskılayan bir ilacı farelerin beynindeki hipotalamus bölgesine enjekte ettiklerinde yaşlanma sürecinin anlamlı derecede yavaşladığını ve farelerin daha uzun yaşadığını buldu.
NF-kB’nin yaşlanma sürecini hızlandırırken hangi molekülle etkileşime girdiğini de araştıran grup, üreme sistemiyle ilgili gonadotropin salgılama hormonunun (GnRH) NF-kB’nin aktivitesiyle baskılandığını ortaya çıkardı. Farelerin beynine bu hormonu enjekte eden araştırmacılar farelerde yeni sinir hücresi oluşumunun arttığını ve yaşlanmaya ilişkin özelliklerin ortadan kaybolduğunu gözlemledi.
GnRH’nin yaşlanmayı baskılama mekanizması henüz tam olarak açıklığa kavuşmuş olmasa da yapılan bu çalışmayla beynin hipotalamus bölgesinin yaşlanma sürecinin hızını kontrol ettiği bulunmuş oldu. Bununla birlikte inflamasyondan sorumlu olan NF-kB molekülünün bu süreçte rol aldığı bulunarak, inflamasyon ile yaşlanma süreci arasında doğrudan bir ilişki gösterilmiş oldu.
Bu araştırmadan yola çıkarak yaşlanmayı yavaşlatabilecek yeni ilaçlar geliştirilmesi teorik olarak mümkün olsa da uzmanlar, insanlar üzerinde kullanılabilecek bir ilacın üretilmesi için henüz zamana ihtiyaç olduğunu belirtti.
BilimsoL ekibi hazırladı.
Beynimizin hipotalamus adı verilen bölgesi ürettiği hormonlar yoluyla büyüme, üreme ve metabolizma kontrolü gibi yaşamsal öneme sahip biyolojik süreçleri kontrol eder. Öte yandan yaşlanma sırasında yaşanan değişimlerin beynin hangi kısmı tarafından etkilendiği bugüne kadar bilinmiyordu. Bu sürecin moleküler düzeyde nasıl kontrol edildiğine ilişkin de bugüne kadar sınırlı bilgi mevcuttu. Biyologlar genel olarak yaşlanmanın vücutta hasar birikiminin sonucu olduğunu tahmin ediyorlardı.
ABD’nin New York şehrinde bulunan Albert Einstein Collage of Medicine’de yapılan ve 1 Mayıs tarihinde Nature dergisinde yayınlanan çalışmada, hipotalamus faaliyetinin yaşlanmanın hızını etkilediğini gösterdi. NF-kB adlı inflamasyondan (iltihaplanma) sorumlu bir molekülün bu süreçte çok önemli rol oynadığı bulundu. Yaşlı farelerle genç farelerin beyinlerindeki NF-kB molekülünün ne kadar aktif olduğunu (ne kadar anlatıldığını) karşılaştıran bilim insaları, genç farelerin beynindeki hipotalamus bölgesinde bu molekülün çok az etkin olduğunu ve yaşlı farelerde bu etkinliğin anlamlı derecede arttığını buldu. Yaşlanma ile NF-kB molekülü arasındaki ilişkiyi daha iyi anlamak isteyen araştırmacılar fare beynindeki NF-kB molekülünü kendi müdahaleleriyle etkinleştirme veya baskılama deneyleri yaptı. Bu deneylerin sonunda aktif NF-kB molekülüne sahip farelerde algıda zayıflık, kas gücünde azalma, deri incelmesi gibi yaşlanmayla ilişkili bir dizi özellik gözlemlendi. Araştırmacılar ayrıca NF-kB molekülünü baskılayan bir ilacı farelerin beynindeki hipotalamus bölgesine enjekte ettiklerinde yaşlanma sürecinin anlamlı derecede yavaşladığını ve farelerin daha uzun yaşadığını buldu.
NF-kB’nin yaşlanma sürecini hızlandırırken hangi molekülle etkileşime girdiğini de araştıran grup, üreme sistemiyle ilgili gonadotropin salgılama hormonunun (GnRH) NF-kB’nin aktivitesiyle baskılandığını ortaya çıkardı. Farelerin beynine bu hormonu enjekte eden araştırmacılar farelerde yeni sinir hücresi oluşumunun arttığını ve yaşlanmaya ilişkin özelliklerin ortadan kaybolduğunu gözlemledi.
GnRH’nin yaşlanmayı baskılama mekanizması henüz tam olarak açıklığa kavuşmuş olmasa da yapılan bu çalışmayla beynin hipotalamus bölgesinin yaşlanma sürecinin hızını kontrol ettiği bulunmuş oldu. Bununla birlikte inflamasyondan sorumlu olan NF-kB molekülünün bu süreçte rol aldığı bulunarak, inflamasyon ile yaşlanma süreci arasında doğrudan bir ilişki gösterilmiş oldu.
Bu araştırmadan yola çıkarak yaşlanmayı yavaşlatabilecek yeni ilaçlar geliştirilmesi teorik olarak mümkün olsa da uzmanlar, insanlar üzerinde kullanılabilecek bir ilacın üretilmesi için henüz zamana ihtiyaç olduğunu belirtti.
BilimsoL ekibi hazırladı.
Bir robotu ‘öldürmek’ neden zor?
02.05.2013
İnsanlar arası ilişkilerin temel kuralları, insan-robot etkileşimlerinde de geçerli olabilir mi?
ABD’li evrimsel psikolog Marc Hauser, 2006‘da yayınladığı kitabında milyonlarca yıllık doğal seçilimin insan beyninde evrensel bir ahlaki gramer oluşturduğunu iddia etmişti. Hauser’a göre bu zihin-beyin modülü ahlaki ikilemlerde anlık karar verebilmemizi sağlıyor.
Toplumsal işbirliği ya da kişiler ve gruplar arası ilişkiler üzerine yapılan çalışmalar ile sinirbilim ve diğer primatlarla yapılan çalışmalar evrensel ahlaki gramerin varlığına dair güçlü kanıtlar sağlıyor. Örneğin, bilinen bütün toplumlarda bir kişinin yaşamına kasti şekilde son verilmesinin ahlaki olarak kabul edilemez olmasının temelinde benzer bir gramerin yattığı söylenebilir.
Peki, insan dışı varlıklarla kurduğumuz ilişkilerde de benzer örüntüler gözlemleyebiliyor muyuz? Eindhoven Üniversitesi’nden Christoph Bartneck liderliğinde bir grup araştırmacı 2007 yılında insanların ilişki kurdukları robotları nasıl algıladıkları üzerine bir araştırma yaptılar. Bartneck ve ekibinin ulaştığı sonuçlar, robotlarda akıl (İng. intelligence) ve uyumluluk (İng. agreeableness) özelliklerinin, katılımcıların robotlara canlılık atfetmelerine yol açtığını ve onları devre dışı bırakarak ‘öldürmeden’ önce daha fazla tereddüt yaşadıklarını gösteriyor.
Gün geçtikçe akıllı robotlar yaşamımıza daha fazla dahil oluyorlar. Sürekli yanımızda taşıdığımız ve evlerde kullandığımız aletler ya da işyerlerinde birçok işin yürütülmesinde görev alan farklı düzeylerde zekâ ve canlı tipi davranışlar gösteren makinelerle içiçe yaşıyor, onlarla etkileşime giriyoruz. Bunların yanısıra sinema ya da edebiyat aracılığı ile tanıştığımız insansı robotlarla kurduğumuz duygusal bağ da sık sık diğer kurgusal figürlerle kurduğumuz bağlara benzeyebiliyor.
Sözü edilen ilişkiyi örneklemek için Bartneck ve arkadaşları “2001 – A Space Odyssey” filminde astronot Dave Bowman’ın kendi hayatını kurtarmak için HAL9000 bilgisayarını kapattığı sahneyi hatırlatıyorlar. Hafıza modülleri çıkarıldıkça HAL9000’in zekâsını ve bilincini yavaş yavaş kaybetmesi, konuşmasının yavaşlaması ve “Daisy Bell” şarkısını söylerken temponun düşerek ölümünü işaret etmesini izleyenler anımsayacaktır.
Burada felsefi olarak Bowman’ın bir cinayet işleyip işlemediği sorulabilir. Sorunun cevabını vermek yaşamı nasıl tanımladığımızla ilgili olacaktır. Örnekteki bilgisayar üst düzey niyetlilik (İng. intentionality) gösteren bir sistemdir ve bilinçli bir varlık olduğu söylenebilir. Ancak, bilgisayarın biyolojik bir organizma olmadığı ya da üreyemeyeceği (en azından şu an için) de onun canlılığına (İng. animacy) karşı bir argüman olabilir. Bu durumda yaşamın ne olduğunu cevaplamadan yukarıdaki soruya net cevaplar vermek de mümkün olamayacatır.
Canlı olma özelliği olarak zekâ ve uyumluluk
Bir robotu kapatmak onun yaşamına son vermek olur mu sorusuna net bir cevap veremesek de makinelerle kurduğumuz ilişkileri düzenleyen zihinsel süreç ve mekanizmaları araştırarak insanların yaşamı ya da canlılığı hangi özellik ve sıfatlarla kavradığını anlayabiliriz. Bu anlamda Bartneck ve arkadaşlarının araştırması iki özelliğin, akıl ve uyumluluğun, insanların canlılığa atfettiği iki insansı özellik olduğunu belirtiyor.
Çalışmada mutluluk, üzgünlük, öfke ya da şaşırma gibi farklı duyguları insansı yüz ifadeleri ile gösteren bir robot kedi (iCat) kullanılıyor. Katılımcılardan laboratuvar ortamında robot ile işbirliğine dayalı bir oyun oynamaları isteniyor. Oyun oynanırken katılımcı hem robotun önerilerinin niteliğini ölçebiliyor hem de onun kişiliğini değerlendirebiliyor. Deneyde kullanılan bazı robotlar deneklere sıcak, bazıları ise soğuk davranacak şekilde programlanmış. Böylece robotların katılımcılarla kurduğu ilişkilerde görsterdiği uyumluluk kontrol edilmiş.
Ancak, oyun bittikten sonra katılımcılara robotu kapatmaları söyleniyor; bu yolla robotun hafızasını ve kişiliğini silecekleri de belirtiliyor. Robot ise kapatılmadan önce yaşamına son verilmemesi için üzgün bir ifade ile “Beni gerçekten kapatmayacaksın değil mi?” diye sorarak katılımcıların etik ikilemini yoğunlaştırıyor.
Sonuçlar, katılımcıların kapatmadan önce robotun zeki yanıtlar ürettiği ve daha uyumlu olduğu koşullarda üç kat daha uzun süre tereddüt yaşadıklarını gösteriyor. Diğer bir deyişle, insanlar ilişki kurdukları robotta zekâ ve çalışma uyumu algıladıkları oranda onların bellek ve kişiliklerini yok ederken daha fazla zorlanıyorlar.
‘Yaşam nedir?’ ya da ‘biz insanlar yaşamı nasıl kavrıyoruz?’ sorularına halen net yanıtlar veremiyoruz. Öte yandan bu tip bulgular, sosyal ilişkilerimizi düzenleyen zihinsel mekanizmaların zeki makinelerle kurduğumuz ilişkilerde de belirleyici olabileceğini gösteriyor. Daha zeki robotlar hayatımıza girdikçe onları salt eşyalar olarak değerlendirmenin giderek zorlaşacağını söylemek mümkün.
BilimsoL ekibinden İlker Dalğar hazırladı.
facebook.com/BilimsoL
twitter.com/BilimsoL
İlgili makaleler:
Bartneck, C., van der Hoek, M., Mubin, O., & Al Mahmud, A. (2007). “Daisy, Daisy, Give me your answer do!”: Switching off a robot. Proceedings of the 2nd ACM/IEEE International Conference on Human-Robot Interaction, Washington DC pp. 217 – 222.
Hauser, M. D. (2006). Moral Minds: How nature designed our universal sense of right and wrong. Ecco Press.
ABD’li evrimsel psikolog Marc Hauser, 2006‘da yayınladığı kitabında milyonlarca yıllık doğal seçilimin insan beyninde evrensel bir ahlaki gramer oluşturduğunu iddia etmişti. Hauser’a göre bu zihin-beyin modülü ahlaki ikilemlerde anlık karar verebilmemizi sağlıyor.
Toplumsal işbirliği ya da kişiler ve gruplar arası ilişkiler üzerine yapılan çalışmalar ile sinirbilim ve diğer primatlarla yapılan çalışmalar evrensel ahlaki gramerin varlığına dair güçlü kanıtlar sağlıyor. Örneğin, bilinen bütün toplumlarda bir kişinin yaşamına kasti şekilde son verilmesinin ahlaki olarak kabul edilemez olmasının temelinde benzer bir gramerin yattığı söylenebilir.
Peki, insan dışı varlıklarla kurduğumuz ilişkilerde de benzer örüntüler gözlemleyebiliyor muyuz? Eindhoven Üniversitesi’nden Christoph Bartneck liderliğinde bir grup araştırmacı 2007 yılında insanların ilişki kurdukları robotları nasıl algıladıkları üzerine bir araştırma yaptılar. Bartneck ve ekibinin ulaştığı sonuçlar, robotlarda akıl (İng. intelligence) ve uyumluluk (İng. agreeableness) özelliklerinin, katılımcıların robotlara canlılık atfetmelerine yol açtığını ve onları devre dışı bırakarak ‘öldürmeden’ önce daha fazla tereddüt yaşadıklarını gösteriyor.
Gün geçtikçe akıllı robotlar yaşamımıza daha fazla dahil oluyorlar. Sürekli yanımızda taşıdığımız ve evlerde kullandığımız aletler ya da işyerlerinde birçok işin yürütülmesinde görev alan farklı düzeylerde zekâ ve canlı tipi davranışlar gösteren makinelerle içiçe yaşıyor, onlarla etkileşime giriyoruz. Bunların yanısıra sinema ya da edebiyat aracılığı ile tanıştığımız insansı robotlarla kurduğumuz duygusal bağ da sık sık diğer kurgusal figürlerle kurduğumuz bağlara benzeyebiliyor.
Sözü edilen ilişkiyi örneklemek için Bartneck ve arkadaşları “2001 – A Space Odyssey” filminde astronot Dave Bowman’ın kendi hayatını kurtarmak için HAL9000 bilgisayarını kapattığı sahneyi hatırlatıyorlar. Hafıza modülleri çıkarıldıkça HAL9000’in zekâsını ve bilincini yavaş yavaş kaybetmesi, konuşmasının yavaşlaması ve “Daisy Bell” şarkısını söylerken temponun düşerek ölümünü işaret etmesini izleyenler anımsayacaktır.
Burada felsefi olarak Bowman’ın bir cinayet işleyip işlemediği sorulabilir. Sorunun cevabını vermek yaşamı nasıl tanımladığımızla ilgili olacaktır. Örnekteki bilgisayar üst düzey niyetlilik (İng. intentionality) gösteren bir sistemdir ve bilinçli bir varlık olduğu söylenebilir. Ancak, bilgisayarın biyolojik bir organizma olmadığı ya da üreyemeyeceği (en azından şu an için) de onun canlılığına (İng. animacy) karşı bir argüman olabilir. Bu durumda yaşamın ne olduğunu cevaplamadan yukarıdaki soruya net cevaplar vermek de mümkün olamayacatır.
Canlı olma özelliği olarak zekâ ve uyumluluk
Bir robotu kapatmak onun yaşamına son vermek olur mu sorusuna net bir cevap veremesek de makinelerle kurduğumuz ilişkileri düzenleyen zihinsel süreç ve mekanizmaları araştırarak insanların yaşamı ya da canlılığı hangi özellik ve sıfatlarla kavradığını anlayabiliriz. Bu anlamda Bartneck ve arkadaşlarının araştırması iki özelliğin, akıl ve uyumluluğun, insanların canlılığa atfettiği iki insansı özellik olduğunu belirtiyor.
Çalışmada mutluluk, üzgünlük, öfke ya da şaşırma gibi farklı duyguları insansı yüz ifadeleri ile gösteren bir robot kedi (iCat) kullanılıyor. Katılımcılardan laboratuvar ortamında robot ile işbirliğine dayalı bir oyun oynamaları isteniyor. Oyun oynanırken katılımcı hem robotun önerilerinin niteliğini ölçebiliyor hem de onun kişiliğini değerlendirebiliyor. Deneyde kullanılan bazı robotlar deneklere sıcak, bazıları ise soğuk davranacak şekilde programlanmış. Böylece robotların katılımcılarla kurduğu ilişkilerde görsterdiği uyumluluk kontrol edilmiş.
Ancak, oyun bittikten sonra katılımcılara robotu kapatmaları söyleniyor; bu yolla robotun hafızasını ve kişiliğini silecekleri de belirtiliyor. Robot ise kapatılmadan önce yaşamına son verilmemesi için üzgün bir ifade ile “Beni gerçekten kapatmayacaksın değil mi?” diye sorarak katılımcıların etik ikilemini yoğunlaştırıyor.
Sonuçlar, katılımcıların kapatmadan önce robotun zeki yanıtlar ürettiği ve daha uyumlu olduğu koşullarda üç kat daha uzun süre tereddüt yaşadıklarını gösteriyor. Diğer bir deyişle, insanlar ilişki kurdukları robotta zekâ ve çalışma uyumu algıladıkları oranda onların bellek ve kişiliklerini yok ederken daha fazla zorlanıyorlar.
‘Yaşam nedir?’ ya da ‘biz insanlar yaşamı nasıl kavrıyoruz?’ sorularına halen net yanıtlar veremiyoruz. Öte yandan bu tip bulgular, sosyal ilişkilerimizi düzenleyen zihinsel mekanizmaların zeki makinelerle kurduğumuz ilişkilerde de belirleyici olabileceğini gösteriyor. Daha zeki robotlar hayatımıza girdikçe onları salt eşyalar olarak değerlendirmenin giderek zorlaşacağını söylemek mümkün.
BilimsoL ekibinden İlker Dalğar hazırladı.
facebook.com/BilimsoL
twitter.com/BilimsoL
İlgili makaleler:
Bartneck, C., van der Hoek, M., Mubin, O., & Al Mahmud, A. (2007). “Daisy, Daisy, Give me your answer do!”: Switching off a robot. Proceedings of the 2nd ACM/IEEE International Conference on Human-Robot Interaction, Washington DC pp. 217 – 222.
Hauser, M. D. (2006). Moral Minds: How nature designed our universal sense of right and wrong. Ecco Press.
Etnik kökenimiz bağışıklık sistemimiz üzerinde etkili mi?
02.05.2013
Yeni bir çalışma etnik köken ile bağışıklık sistemi arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor.
ABD’li ve Kanadalı bilim insanları, insan genomunda bulunan bir milyon nükleotit uzunluğundaki immunglobulin genlerine ait bir DNA bölgesini diziledi. Araştırmacılar, bu dizileme sayesinde etnik kökenin bağışıklık sisteminin yapısını etkileyebileceğini gösterdi.
Bağışıklık sistemi nasıl çalışır?
İnsan vücudu çevresindeki hastalık yapıcı etkenlerden bağışıklık sistemi sayesinde korunur. Edinilmiş (adaptif) bağışıklık sistemi sayesinde vücut belirli patojenlere (hastalık yapıcı etkenlere) karşı özel antikorlar üretir. Vücutta her bir hastalık etkenine karşı ayrı bir antikor üretilir, bir antikorun diğerlerinden farklı olmasını sağlayan faktör ise yüzeylerinde bulunan immünglobulin adı verilen proteinlerdir. Bu proteinler hastalık sebebi olan antijenleri tanır ve bunlara bağlanarak vücuttaki bağışıklık mekanizmasının etkin hale gelmesini tetikler. Böylece vücutta her hastalığa karşı özgün bir savunma mekanizması geliştirilebilmiş olur. Bağışıklık yanıtı kişiden kişiye değişiklik gösterir, bunun nedenlerinden biri de bu yanıtı kodlayan genlerdeki çeşitliliklerdir.
İmmunoglobulin proteinleri
Bağışıklık sistemi hücrelerinin gerçekleştirdiği en önemli savunma mekanizması immunoglobulin denen proteinlerden faydalanır. Bu proteinler ise genomun özel bir bölgesinde kodlanır.
İşte bir milyon nükleotit uzunluğundaki bu gen bölgesi ilk defa Mart ayında The American Journal of Human Genetics dergisinde yayınlanan bir makalede ABD’li ve Kanadalı bilim insanları tarafından tamamen dizilendi. [1]
Bu dizileme sayesinde araştırmacılar etnik kökenin bağışıklık sisteminin yapısını etkileyebileceğini gösterdi. Yapılan araştırmada Asya, Afrika ve Avrupa gibi farklı etnik kökenlerden gelen 425 kişide kromozom analizi yapıldı ve immünglobulin gen bölgesinde olası 11 DNA eklenmesi ve silinmesi bulundu. Bu eklenme ve silinmelerin, immünglobulin geninin antikor sayısı ve çeşitliliğini belirleyen bölgelerinde olduğunu bulan araştırmacılar, bu genetik çeşitliliğin kişilerin belli hastalıklara yatkınlık düzeylerini etkileyebileceğini belirtti.
Çalışmaya katılan bilim insanlarından Corey Watson, bu hipotezin doğru olup olmadığının zaman içinde ortaya çıkacağını söyledi. İnsan etnik grupları arasındaki farklar DNA düzeyinde genel olarak küçükken (gruplara arası farklar toplam DNA çeşitliliğinin yüzde 10’unu açıklarken), makalenin sonuçlarına göre immunoglobulin geninde gruplar arasındaki farklar yüzde 30 ila 50 civarında bulunuyor. Geçmişte etnik grupların farklı çevresel koşullarda farklı hastalık etkenlerine maruz kalmış olmaları, doğal seçilim yoluyla bağışıklık sisteminin genetiğinde bu farklılaşmaya yol açmış olabilir.
Bu çalışmada elde edilen sonuçlar, kişiler arasındaki immünglobulin geninde bulunan farklılıkların virüs ve bakterilerle mücadelede ne gibi bir öneme sahip olduğuna işaret ederek bu alandaki araştırmalara katkı sağlayabilir. Örneğin grip ya da HIV gibi virüslerle yayılan hastalıkların tedavisi için geliştirilen ilaçlar bireylerin bağışıklık geni özellikleri göz önünde bulundurularak üretilebilir.
Etnik üstünlük mü? O da ne?
Öte yandan, bilim insanları, bu tür çalışmaları yayımlarken bazı etnik grupların diğerlerine göre hastalıklara daha "bağışık" olmasının, bir üstünlük değil yüzyıllar boyunca oluşmuş genetik bir çeşitlilik olduğunu söylüyor.
Dahası, gruplar arasında genetik farkların çok sınırlı olduğu, genetik ve tıbbi olarak insanda “ırk” tarifinin mümkün olmadığı ve “etnik kökene özel” diye pazarlanan ilaçların niteliklerinin de tartışmalı olduğu vurgulanıyor. [2]
BilimsoL ekibi tarafından hazırlandı.
facebook.com/BilimsoL
twitter.com/BilimsoL
Kaynak
1. Watson, C. T. et al., Complete Haplotype Sequence of the Human Immunoglobulin Heavy-Chain Variable, Diversity, and Joining Genes and Characterization of Allelic and Copy-Number Variation, AJHG.
2. Krimsky, S., The short life of a race drug, The Lancet, Ocak 2012.
ABD’li ve Kanadalı bilim insanları, insan genomunda bulunan bir milyon nükleotit uzunluğundaki immunglobulin genlerine ait bir DNA bölgesini diziledi. Araştırmacılar, bu dizileme sayesinde etnik kökenin bağışıklık sisteminin yapısını etkileyebileceğini gösterdi.
Bağışıklık sistemi nasıl çalışır?
İnsan vücudu çevresindeki hastalık yapıcı etkenlerden bağışıklık sistemi sayesinde korunur. Edinilmiş (adaptif) bağışıklık sistemi sayesinde vücut belirli patojenlere (hastalık yapıcı etkenlere) karşı özel antikorlar üretir. Vücutta her bir hastalık etkenine karşı ayrı bir antikor üretilir, bir antikorun diğerlerinden farklı olmasını sağlayan faktör ise yüzeylerinde bulunan immünglobulin adı verilen proteinlerdir. Bu proteinler hastalık sebebi olan antijenleri tanır ve bunlara bağlanarak vücuttaki bağışıklık mekanizmasının etkin hale gelmesini tetikler. Böylece vücutta her hastalığa karşı özgün bir savunma mekanizması geliştirilebilmiş olur. Bağışıklık yanıtı kişiden kişiye değişiklik gösterir, bunun nedenlerinden biri de bu yanıtı kodlayan genlerdeki çeşitliliklerdir.
İmmunoglobulin proteinleri
Bağışıklık sistemi hücrelerinin gerçekleştirdiği en önemli savunma mekanizması immunoglobulin denen proteinlerden faydalanır. Bu proteinler ise genomun özel bir bölgesinde kodlanır.
İşte bir milyon nükleotit uzunluğundaki bu gen bölgesi ilk defa Mart ayında The American Journal of Human Genetics dergisinde yayınlanan bir makalede ABD’li ve Kanadalı bilim insanları tarafından tamamen dizilendi. [1]
Bu dizileme sayesinde araştırmacılar etnik kökenin bağışıklık sisteminin yapısını etkileyebileceğini gösterdi. Yapılan araştırmada Asya, Afrika ve Avrupa gibi farklı etnik kökenlerden gelen 425 kişide kromozom analizi yapıldı ve immünglobulin gen bölgesinde olası 11 DNA eklenmesi ve silinmesi bulundu. Bu eklenme ve silinmelerin, immünglobulin geninin antikor sayısı ve çeşitliliğini belirleyen bölgelerinde olduğunu bulan araştırmacılar, bu genetik çeşitliliğin kişilerin belli hastalıklara yatkınlık düzeylerini etkileyebileceğini belirtti.
Çalışmaya katılan bilim insanlarından Corey Watson, bu hipotezin doğru olup olmadığının zaman içinde ortaya çıkacağını söyledi. İnsan etnik grupları arasındaki farklar DNA düzeyinde genel olarak küçükken (gruplara arası farklar toplam DNA çeşitliliğinin yüzde 10’unu açıklarken), makalenin sonuçlarına göre immunoglobulin geninde gruplar arasındaki farklar yüzde 30 ila 50 civarında bulunuyor. Geçmişte etnik grupların farklı çevresel koşullarda farklı hastalık etkenlerine maruz kalmış olmaları, doğal seçilim yoluyla bağışıklık sisteminin genetiğinde bu farklılaşmaya yol açmış olabilir.
Bu çalışmada elde edilen sonuçlar, kişiler arasındaki immünglobulin geninde bulunan farklılıkların virüs ve bakterilerle mücadelede ne gibi bir öneme sahip olduğuna işaret ederek bu alandaki araştırmalara katkı sağlayabilir. Örneğin grip ya da HIV gibi virüslerle yayılan hastalıkların tedavisi için geliştirilen ilaçlar bireylerin bağışıklık geni özellikleri göz önünde bulundurularak üretilebilir.
Etnik üstünlük mü? O da ne?
Öte yandan, bilim insanları, bu tür çalışmaları yayımlarken bazı etnik grupların diğerlerine göre hastalıklara daha "bağışık" olmasının, bir üstünlük değil yüzyıllar boyunca oluşmuş genetik bir çeşitlilik olduğunu söylüyor.
Dahası, gruplar arasında genetik farkların çok sınırlı olduğu, genetik ve tıbbi olarak insanda “ırk” tarifinin mümkün olmadığı ve “etnik kökene özel” diye pazarlanan ilaçların niteliklerinin de tartışmalı olduğu vurgulanıyor. [2]
BilimsoL ekibi tarafından hazırlandı.
facebook.com/BilimsoL
twitter.com/BilimsoL
Kaynak
1. Watson, C. T. et al., Complete Haplotype Sequence of the Human Immunoglobulin Heavy-Chain Variable, Diversity, and Joining Genes and Characterization of Allelic and Copy-Number Variation, AJHG.
2. Krimsky, S., The short life of a race drug, The Lancet, Ocak 2012.
II. Bilim ve Aydınlanma Günleri: Evrimi Anlamak ve Anlatmak (İTÜ)
İTÜ' de düzenlenecek II. Bilim ve Aydınlanma Günleri başlıyor.
Başlık: II. Bilim ve Aydınlanma Günleri: Evrimi Anlamak ve Anlatmak
Yer: İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu Makina Fakültesi
Orhan Öcalgiray Konferans Salonu
Tarih: 27 Nisan 2013
Saat: 15:00 - 19:30
Bilgi:
15.30 – 16.15: Doğal seçilimin genetik kuramı: Evrimsel biyolojik çerçevesiyle seçilim ve rastlantısallığı – Doç. Dr. Ergi Deniz Özsoy (Hacettepe Üniversitesi, Biyoloji ABD, Genetik Bilim Dalı)
Hacettepe Üniversitesi'nden Ergi Deniz Özsoy hocamız da bizlerle birlikte olacak.
Başlık: II. Bilim ve Aydınlanma Günleri: Evrimi Anlamak ve Anlatmak
Yer: İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu Makina Fakültesi
Orhan Öcalgiray Konferans Salonu
Tarih: 27 Nisan 2013
Saat: 15:00 - 19:30
Bilgi:
15.30 – 16.15: Doğal seçilimin genetik kuramı: Evrimsel biyolojik çerçevesiyle seçilim ve rastlantısallığı – Doç. Dr. Ergi Deniz Özsoy (Hacettepe Üniversitesi, Biyoloji ABD, Genetik Bilim Dalı)
Hacettepe Üniversitesi'nden Ergi Deniz Özsoy hocamız da bizlerle birlikte olacak.
Eşcinsel çiftler tarafından evlat edinilen çocuklar dezavantajlı
mı?
Cambridge Üniversitesi’nden geçtiğimiz günlerde bildirilen bir çalışma gay ve lezbiyen çiftlerin evlat edinmeleri ile ilgili mitlerin yanlışlığını ortaya koyuyor.
Aynı cinsiyetten çiftlerin evlat edinmeleriyle ilgili Cambridge Üniversitesi Aile Araştırmaları Merkezi’nde yapılan bir çalışma, gay veya lezbiyen çiftler tarafından evlat edinilen çocukların heteroseksüel çiftler tarafından evlat edinenler ile aynı gelişimi izlediklerini gösteriyor. Hayata zor koşullarda başlayan bu çocukların yeni ailelerine alışma dönemleri de geleneksel ailelerle benzerlik gösteriyor.
130 aile ile yapılan çalışmaya 41gay, 40 lezbiyen ve 49 heteroseksüel çift katıldı. Ailelerin kayıtlarına İngiltere’deki 70 evlat edinme kurumu üzerinden ulaşıldı. Aile içi ilişkiler, ebeveynlerin durumları ve çocukların uyum düzeyi incelendi.
Çalışmanın yazarı ve Cambridge Üniversitesi Aile Araştırmaları Merkezi müdürü Prof. Susan Golombok ise şunları söyledi: “Genel olarak, ailelerin deneyimleri arasında farklılıktan çok benzerlik olduğunu bulduk. Ortaya çıkan farklılıklar ebeveynlerdeki depresif belirtilerin düzeyi ile ilişkiliydi, gay babalarda anlamlı olarak daha düşüktü. Bir diğer farklılık ise evlat edinme sürecinde görülüyor, çocuk sahibi olmak
için heteroseksüel ve bazı lezbiyen ebeveynlerde evlat edinme ikinci seçenek iken, gay ebeveynlerin biri hariç hepsinde ilk seçenekti.”
Çocukların çoğunun aile ve okula uyumlarının yüksek olduğu gözlendi. Gay babaların çocuklarıyla daha çok etkileşim içinde oldukları ve çocukların da daha yoğun bir sosyal hayata sahip olduğu bulundu.
Çalışmanın sonuçları aynı cinsiyetten ebeveynlerin evlat edinmesine karşı çıkanların ortaya attığı yaşıtları tarafından ezilme ve çocuğun kendi cinsel kimliği hakkındaki korkuları da boşa çıkarmış durumda. Prof. Golombok’a göre, “Bu konular önemli bir problem oluşturmuyor
görünüyor, yine de araştırmacılar ve bazı ebeveynler ergenlik döneminde zorbalığa maruz kalınabileceğini kabul ediyor.”
Prof. Golombok, günümüz aile biçimlerinin, örneğin yardımcı üreme teknikleri, yumurta veya sperm donörlüğü, veya aynı cinsiyetten ebeveyne sahip olmanın, ebeveyn-çocuk ilişkisi ve çocuğun duygusal gelişimi üzerine olan etkilerini araştırıyor. Daha önceki çalışmalarında tüp bebek yöntemi ile çocuk sahibi olan ailelerin çok iyi bir düzen kurabildikleri, hatta zaman zaman doğal yöntemlerle çocuk sahibi olan ailelere göre duygusal ve sosyal açıdan daha iyi oldukları noktalar olduğu ortaya çıkmıştı.
BilimsoL ekibi hazırladı.
Sol-Haber merkezi
Aynı cinsiyetten çiftlerin evlat edinmeleriyle ilgili Cambridge Üniversitesi Aile Araştırmaları Merkezi’nde yapılan bir çalışma, gay veya lezbiyen çiftler tarafından evlat edinilen çocukların heteroseksüel çiftler tarafından evlat edinenler ile aynı gelişimi izlediklerini gösteriyor. Hayata zor koşullarda başlayan bu çocukların yeni ailelerine alışma dönemleri de geleneksel ailelerle benzerlik gösteriyor.
130 aile ile yapılan çalışmaya 41gay, 40 lezbiyen ve 49 heteroseksüel çift katıldı. Ailelerin kayıtlarına İngiltere’deki 70 evlat edinme kurumu üzerinden ulaşıldı. Aile içi ilişkiler, ebeveynlerin durumları ve çocukların uyum düzeyi incelendi.
Çalışmanın yazarı ve Cambridge Üniversitesi Aile Araştırmaları Merkezi müdürü Prof. Susan Golombok ise şunları söyledi: “Genel olarak, ailelerin deneyimleri arasında farklılıktan çok benzerlik olduğunu bulduk. Ortaya çıkan farklılıklar ebeveynlerdeki depresif belirtilerin düzeyi ile ilişkiliydi, gay babalarda anlamlı olarak daha düşüktü. Bir diğer farklılık ise evlat edinme sürecinde görülüyor, çocuk sahibi olmak
için heteroseksüel ve bazı lezbiyen ebeveynlerde evlat edinme ikinci seçenek iken, gay ebeveynlerin biri hariç hepsinde ilk seçenekti.”
Çocukların çoğunun aile ve okula uyumlarının yüksek olduğu gözlendi. Gay babaların çocuklarıyla daha çok etkileşim içinde oldukları ve çocukların da daha yoğun bir sosyal hayata sahip olduğu bulundu.
Çalışmanın sonuçları aynı cinsiyetten ebeveynlerin evlat edinmesine karşı çıkanların ortaya attığı yaşıtları tarafından ezilme ve çocuğun kendi cinsel kimliği hakkındaki korkuları da boşa çıkarmış durumda. Prof. Golombok’a göre, “Bu konular önemli bir problem oluşturmuyor
görünüyor, yine de araştırmacılar ve bazı ebeveynler ergenlik döneminde zorbalığa maruz kalınabileceğini kabul ediyor.”
Prof. Golombok, günümüz aile biçimlerinin, örneğin yardımcı üreme teknikleri, yumurta veya sperm donörlüğü, veya aynı cinsiyetten ebeveyne sahip olmanın, ebeveyn-çocuk ilişkisi ve çocuğun duygusal gelişimi üzerine olan etkilerini araştırıyor. Daha önceki çalışmalarında tüp bebek yöntemi ile çocuk sahibi olan ailelerin çok iyi bir düzen kurabildikleri, hatta zaman zaman doğal yöntemlerle çocuk sahibi olan ailelere göre duygusal ve sosyal açıdan daha iyi oldukları noktalar olduğu ortaya çıkmıştı.
BilimsoL ekibi hazırladı.
Sol-Haber merkezi