Bu yazı en genel haliyle bir dönem değerlendirmesini amaçlamaktadır. Uzunca bir süredir aklımda olan ve yaşanılan eylemlerin ışığında anlık yapılması gereken değerlendirmeleri, gündelik çalışmalar nedeniyle yapamadım. Elbette ki, buradaki amaç mutlaklaştırılmış bir doğruyu yaratmak değil, okuldaki süreci farklı bir bakış açısıyla değerlendirmektir. Aslına bakılırsa, sadece bir dönemin içersine sıkıştırılamayacak toplumsal olayların doğrultusunda filizlenmiş bir tepkiyi kısıtlı bir sürenin içersinde değerlendirmek konunun bütünlüğü açısından eksiklikler doğuracaktır. Bu yüzden elden geldiğince toplumsal olayların ışığında, Okan üniversitesinde yaşanılan olayların organik bağlantısını işaret ederek bu yazıyı toparlamak gerekiyordu. Bu noktada, Haziran 2013 ayaklanması toplumun hücrelerinde de bir dönüşüm sinyali verdiği, dahası bireyin fiili olarak mücadele ekseninde kendi ağırlığını ve tepkiselliğini bir üst aşamaya taşıdığını söyleyebiliyoruz. Kitlesel sokak eylemliliğini değerlendirdiğimizde, bireyin öfkesinin ülke siyasetinde neleri gerilettiğini yakından görmüş olduk.
Ülke siyasetinin tarihsel momentlerini elbette birçoğumuz biliyor. Fakat bu dönüşümün yüzeysel özetini yapmak yerinde olacaktır. Dönüşüm dediğimiz, görece kamusal bir devlet yapılanmasının dönüşümüdür. Bu süreç, 80 askeri darbesiyle açılmış, Özal’ın neoliberal politikalarıyla şekillendirilmiş ve AKP ile taçlandırılmıştır. 2002 sonrası ülke siyasetinde neoliberal üst yapısal dönüşümün ete kemiğe bürünmüş hali olarak AKP’yi tanıdık. Pek çok alanda hayata geçirilen yapısal dönüşümler kurumsal yapının tasfiyesi olarak adlandırılmakta, 23 Cumhuriyeti’nin (1. Cumhuriyetin) tarihsel düzlemde yaşadığı yıkım ve tasfiye son olarak AKP’nin bu tarihsel enkaz’ı yıkmasıyla son bulmuştur. Bu açıdan 2002 sonrası, bir 2. Cumhuriyet inşası dönemi olarak adlandırılmalıdır. Unutmamak gerekir ki, doğa uzun süreli boşluğu kabul etmeyecek ve bu yıkım yerine yeni bir ideolojik üst yapının sacayaklarını oluşturacaktır. Bu noktada AKP bir proje partisi olarak bu dönüşümün amiral gemisidir.
Tasfiye süreci doğaldır ki, Türkiye’nin toplumsal dokusunu da yok etmeyi hedefliyor. İşte bu yüzden ülkenin aydınlanma birikimi, ilerici ve aydınları hedef gösterilerek yok edilmeye çalışılıyor. Veya tersinden düşünecek olursak, yeni bir ilerici kuşağın yetişmesi istenmiyor. Bu açıdan, üniversiteler ve temel eğitim kurumları yeni düzenin ideolojik aygıtları haline getirilmeye çalışılıyor. Buna karşın, üniversite öğrencilerinin ve ilericilerin yaratılmak istenen yeni modele karşı direnişe geçmesi, kırıntı halinde dahi olsa Türkiye’de ilericiliğin etkin ve sıçramaya hazır olduğunu bizlere gösteriyor. Aralık 2012’de ODTÜ olaylarıyla başlayan ve diktatörlüğe karşı üniversitelerin teslim olmadığını kanıtlayan eylemlilik, üniversite gençliğinin hala yıkılmadığını, pes etmediğini tüm Türkiye’ye göstermiş oldu. Bunun üzerine, AKP iktidarı kendisini saymayan gençliği; “kindar-dindar ayrımıyla, terörist benzetmesiyle ve şer odaklarınca ayartılan gençler saptamasıyla” hedef göstermeye çalışmış ve üniversitelerin sorgulayıcı tutumunu kanlı bir şekilde budayacağının sinyallerini vermiştir. Üniversitelerdeki polis şiddeti bunun en somut göstergesidir.
Haziran ayaklanması dedik; peki haziranı hazırlayan etkenler nelerdir? Başta TEKEL işçisinin 2010 yılında Ankara’daki duruşudur, yukarıda da belirttiğim gibi ODTÜ öğrencisinin 2012 yılında rejim karşısına ördüğü duvardır. 01, 05 ve 31 Mayıs tarihleri ise, yükselen öfkenin harekete geçtiği ve salt anlamlarının ötesinde artık tepkinin şekillenerek bir güç haline dönüştüğü dönemlerdir. Peki, Haziran ayaklanması ülke gençliği için, emekçiler için kısacası bu toplum için neden bu kadar hayatiydi? Hiç kuşkusuz bu süreç sonucunda, toplumsal muhalefetin sokağa çıkması bu dönemi özel kılıyor. Ayrıca, parlamenter muhalefetin düzen cephesiyle aynı paydada ortaklaşması, bireyler için tek gerçek muhalefet zemini olarak sokağın gücüne güvenmesine ve bu eksende kolektif bir mücadelenin başlamasına sebep olması son derece önemliydi. Bir başka noktada ise, 1980 sonrasında yok edilen öğrenci hareketlerinin bu dönemden sonra hızla büyüyüp gelişmesinin fitili ateşlenmiştir. Haziran’ın devindiriciliğini bu iki ana momentte incelemek gerekecektir.
Haziran ayaklamaması beraberinde büyük bir enerjiyi de getirdi. Bunun neticesinde hem olumlu, hem de olumsuz bir durum ortaya çıkmış oluyor. Olumlu çünkü direniş kültürü insanları birleştiriyor rejim gericiliği ve baskıyı hangi sıfatla kabul ettirmeye çalışırsa çalışsın, insanların gerek mizahla, gerek tencere-tavayla veya kitapla karşılık verdiğini ve bunu süreklileştirdiğini görüyoruz. Olumsuz da bir durum var. O da, bu süreç kontrolsüz ilerleme başladığında, karşımıza hedef gözetmeyen, çabuk sönümlenen bir enerji ortaya çıkmış oluyor. Bu olumsuzluğun giderilmesi ise, örgütlü bir hareketle gerçekleşecektir. Bu bağlamda, “örgütlülük” kavramı üzerinde durmamız gerekiyor. Bu kavram 80 sonrası için adeta korkulması ve uzak durulması gerekilen bir kavram olarak insanlara aşılandı. Çünkü bu başlık düzen için her zaman bir tehdit olmuştur. Olası bir halk hareketinde örgütlü güç, planlı hareket eden, disiplinli ve sönümlenmeyen bir hattı örecektir. Bu ise, yıkılması imkânsız bir direnişi oluşturacaktır. Bu kavram özellikle üniversite öğrencisi için telaffuz bile edilmemesi gereken bir kelimedir. 1980 bu açıdan gençliğe gayet başarılı bellek kaybı yaşatmıştır. Ta ki, 2013 yılında kurulan FKF’ye kadar. Yukarda da değindiğim, örgütsüz bir enerjinin, hedefi olmayan bir dinamizme dönüşmesinin önünde durmalı ve bu dinamizmi planlı bir hatta taşımayı başarmalıyız. Bu noktaya aşağıda kendi Üniversitemiz özelinden yeniden değineceğiz.
Öğrenci ve Üniversite
Üzerine birçok yazı yazdığımız ve uğraş verdiğimiz alana dönmek artık sıradanlaşsa da, meselenin netleşmesi açısından sıkılmadan bazı vurguları yineleme ihtiyacı duyuyoruz. Türkiye’nin toplumsal mücadele hattını şekillendiren kadroların başında öğrencilerin olduğunu belirtmiştik. Gençliğin toplumsal hareketin hızlandırıcıları olduğu ve uzun bir tarihsel deneyime sahip olduğunu da daha önce belirtmiştik. Bu tarihsellik 1880’li yılların birikimini, 1905 grevlerinin etkisiyle özellikle 1904–1906 arasında yoğunlaşan, başta Selanik ve İstanbul olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında gerçekleşen ve binlerce işçinin katıldığı grevlerde öğrencilerin üstlendikleri görevleri, 1920’lerde yapılan İşgale Karşı Öğrenci Gösterileri, 1960’larda öğrenci hareketleri ve 1970’lerde yeni bir ülke kurma mücadelesini veren öğrencilerin unutulmaz mücadeleleri bizlere bırakılan büyük bir miras niteliğindedir.
Bu noktada geçmişin ışığıyla bugünün mücadele pratiklerini birleştirerek geleceğin aydınlanması için çalışmaktan başka çaremiz yoktur. Bu aşamada kendi okulumuza yoğunlaşarak yaşanılan dönem üzerinden tartışmayı kendi yerelliğimize taşıyacağım.
Vakıf Üniversiteleri konusunda genel algıyı tartışarak başlayalım. Sıklıkla duyduğumuz özel-devlet üniversiteleri ayrımının gerçek dışı bir tanımlama olduğunu biliyorduk. Bu öngörünün nicel değerlerle değerlendirildiğini, özel’de okuyan öğrencinin sisteme eklemlendiğini ve bu yapının içersinde bırakın karşıtlığı ağzını dâhil açamadığı söylenir durulurdu. Bu kalıp yargı salt dışarıdan yapılan bir gözlem niteliği olarak da kalmayarak, vakıf üniversitesinde okuyan öğrencileri de etkisi altına almıştı. Bir noktadan haklı verilerin ışığında bu yargı şekilleniyordu. Yani, eylemliliğin olmadığı, tartışma kültürünün kazanılmadığı ve “parası kadar okur” algısının reddedildiği bir ortamın yaratılamaması neticesinde bu kalıp yargı şekillenmiş oldu. Fakat bugünkü şartlar tam manasıyla değişmiştir. Özellikle, gerek özel, gerekse devlet üniversitelerinde mücadeleler ortaklaşmaya, farkındalık seviyesi her alanda üst seviyelere taşınmaya başlanmıştır. Berkin Elvan için yapılan yürüyüş bunun en somut örneğidir. Arıca seçim döneminde Yeditepe öğrencilerinin AKP standını polis saldırısına rağmen kaldırtması, mücadele özelinde özel-devlet üniversitesi ayrımını ortadan kaldır niteliktedir. Bu aşama baskıya karşı özgürlük çabasının bir ürünüdür. Ve meşru bir zeminde durmaktadır. Fakat siyasal eksenin oluşturulamaması bu hareketlerin bir süre sonra sönümlenmesine neden olacaktır.
Vakıf üniversitelerinde yaşanan mücadele pratiklerini sadece siyasal dalgalanmaların ürünü olarak görmek de yanlış olacaktır. Vakıf üniversitelerinde bugün, sermayedar ve öğrenci arasındaki derin karşıtlığı göz ardı edemeyiz. Bu karşıtlıklar bugün öyle bir hale gelmiş bulunuyor ki, üniversitelerde bireyin en temel haklarının dahi büyük ücretler karşılığında alınıp-satıldığı bir dönem yaşanmaktadır. Bu çelişkili durum özellikle alım gücünün yükselmediği, kişi başına düşen milli gelirin 23 bin TL olduğu bir ülkede, öğrenim masraflarının neredeyse 30 bin TL’yi bulan bir meblağa ulaşmasından çıkartılabilir. Bu durum büyük bir tıkanmayı beraberinde getiriyor. Ya söylenilen fiyatı öde, ya da defol!
Ekonomik zorluklar, tıkanıklıklar bir tepkinin filizlenmesine yardımcı oluyor. Fakat unutulmamalıdır bu tepki nasıl hızlı ivme kazandıysa aynı oranda sönümlenebilir. Bu süreç sadece uzun soluklu bir mücadele hattıyla diri tutulabilir. Okan Üniversitesindeki fiyat artışlarını ve tepkileri bu oranda değerlendirmek gerekmektedir. Bu aşamada üniversitede bu dönem neler oldu kısaca üzerinden geçelim.
Okan Üniversitesinde diğer üniversitelerde de olduğu gibi bir toplumsal tepkinin şekillendiğine şahit olduk. Berkin Elvan anması bu noktada kritik bir yer tutmaktadır. Hem okul içinde, hem de okul dışında anmaya katılım kitlesel yaşanmıştır. Toplumsal tepkilerin artık kampüse taşınması, ileriye yönelik farklı bir geleneğin şekilleneceğinin sinyallerini veriyor. Bunun akabinde, okulda öğrenim fiyatlarına yapılan zamlara karşı başlayan kendiliğinden tepkinin evirilerek kitlesel eylemlilikler boyutuna taşınması birçok öğrencinin ölü toprağını üzerinden atmasını sağlamıştır. İlkin bir imza kampanyasıyla başlayan, sonrasında büyüyen tepkiler ve bunun üzerine yapılan toplantılar aslında bu sürecin planlı bir şekilde ilerlediğinin göstergesidir. Bunun sonucunda, okul yönetimiyle kurulan diyaloglar da bir işe yaramamış ve eylemeler büyüyerek gelişim göstermiştir. Fakat bu aşamadan sonra somut bir kazanım sağlanamamıştır. Evet, bu eylemlilik somut bir kazanımı getirmemiştir. Fakat benim bakış açımdan gerçek bundan tam tersidir. Eylemlilik öğrenciler açısından yeni bir deneyim anlamına geliyor. Bu açıdan bakıldığında daha tam anlamıyla güçlenmemiş bir muhalefetin bu dönemde yeni yeni filizlendiğini söyleyebiliyoruz. Bu aşamayı bir büyüme ve gelişim süreci olarak görmeli, fakat başlarken de belirttiğim gibi, bu gelişim sürecini planlı ve örgütlü bir hedef doğrultusunda şekillendirmeliyiz. Her şeyden önce yaşanan eylemliliğin değerlendirilmesi, somut ve nicel sonuçların çıkartılması ve daha öte bir planlamanın yapılması gerekmektedir. Bu dönem yalın haliyle bir atılım dönemidir. Ve her atılım dönemi içersinde belli zorlukları taşıyacaktır bu da gayet normaldir. Fakat bu atılımın nihai sonuçları da belirttiğimiz kriterleri yerine getirdiğimizde şekillenmeye başlayacaktır.
İki adım ileri, bir adım geri…
Dönem değerlendirmesini üstün körü de olsa yapmaya çalıştım. Elbette ayrıntılara boğulmadan meselenin genel çerçevesini çizmek gerekiyordu. Fakat bir noktayı es geçtiğimiz takdirde bütünselliğin kurulamayacağını düşünüyorum. Öz eleştiriyi bu bakımdan yapmamız gerekiyor. Gerek sosyoloji ve Felsefe Kulübü olsun, gerekse FKF olsun pek çok konuda eksikliklerini onaramamış durumdadır. Ve ne gariptir ki, bu eksilikleri gidermek için minimum çaba bile sarf etmiyoruz. Birçok konuda çalışmalarımızı yarım bıraktık, toplantılara gelememek için bahaneler ürettik, bir arada oturmak için bile telefon bekler olduk, yönetimin bile toplantı yapmayı zoraki bir görev olarak gördüğünü biliyoruz. Bunu tam tersi bir süreç yaşansaydı, okulda yapılan açık toplantılar bizi daha da ileri götürecek ve kitleselleştirecekti. Birbiriyle iletişim kurmayan insanların ortak hareket etmeleri gereken durumlarda nasıl bir başarı bekledikleri de sorulmaya değerdir. Kısacası bu ortaklaşmayı ve dostlu sıkı bir şekilde kulüpte oturtturamadık. Fakat hızlı bir şekilde bu eksiği gidermemiz gerekecektir. Bir üniversitede ve o alanda yapılan çalışmada kurulan dostluklar bizim yel değirmenleriyle olan savaşımızda başarı sağlamamıza yardımcı olacaktır.
Diğer taraftan bireysel eleştirilerin de yapılması gerekiyor. Neden hayatımızı planlayamıyoruz?, Neden yapılması gereken çalışmaları daima erteliyoruz? Ve neden gönüllülük ilkesini bir türlü benimseyemiyoruz? Bu soruların cevapları aynı zamanda okuldaki eylemlerde “neden daha da kitleselleşemedik?” sorusunun yanıtı olacaktır. Tepkili olduğumuz da bunu sonuna kadar ilerletmek, hiç olmazsa diğer insanlarla yan yana o safı paylaşmak gerekir.
Bu dönem öğrenciler için bir atılım dönemidir dedik ve bu deneyimin ötesine geçmek için çaba sarf edilmesi gerekecektir. Bu uğraş birkaç kişinin ilerleticiliğiyle değil, bütün arkadaşlarımızın gayretiyle gerçekleşecektir. Daha şimdiden çok şey kazanmış bulunuyoruz ve bu doğrultuda, doğan tersliklerden umutsuzluğa kapılmayarak bu mücadeleyi sürdürmeliyiz. Ama her şeyden önce kolektif bir algıyı ve hayatımızı disipline ederek işe başlamalıyız.
Son olarak,
Dönemin sonuna doğru ilerlerken karşımızda duran gündemlere de değinmek istiyorum. İlkin okuldaki eylemliliğin devam ettirilmesi gerektiğine dair öneriler dinliyoruz. Ben burada asla, gözden geçirilmemiş inatçı, dogmatik bir yanla meseleleri masaya yatırmayalım diyorum. Bugüne ve ileriye dair planlı bir yol haritası çizmemiz gerekiyor. Bunu ötesinde önümüzde birkaç uğrak var. 1, 6 ve 31 Mayıs toplumsal duyarlılıkların harekete geçeceği dönemler olacaktır. Bu noktada hazırlıklarımızı arttırmamız ve hareketli bir Mayıs ayına hazırlanmamız gerekiyor.
Ülke siyasetinin tarihsel momentlerini elbette birçoğumuz biliyor. Fakat bu dönüşümün yüzeysel özetini yapmak yerinde olacaktır. Dönüşüm dediğimiz, görece kamusal bir devlet yapılanmasının dönüşümüdür. Bu süreç, 80 askeri darbesiyle açılmış, Özal’ın neoliberal politikalarıyla şekillendirilmiş ve AKP ile taçlandırılmıştır. 2002 sonrası ülke siyasetinde neoliberal üst yapısal dönüşümün ete kemiğe bürünmüş hali olarak AKP’yi tanıdık. Pek çok alanda hayata geçirilen yapısal dönüşümler kurumsal yapının tasfiyesi olarak adlandırılmakta, 23 Cumhuriyeti’nin (1. Cumhuriyetin) tarihsel düzlemde yaşadığı yıkım ve tasfiye son olarak AKP’nin bu tarihsel enkaz’ı yıkmasıyla son bulmuştur. Bu açıdan 2002 sonrası, bir 2. Cumhuriyet inşası dönemi olarak adlandırılmalıdır. Unutmamak gerekir ki, doğa uzun süreli boşluğu kabul etmeyecek ve bu yıkım yerine yeni bir ideolojik üst yapının sacayaklarını oluşturacaktır. Bu noktada AKP bir proje partisi olarak bu dönüşümün amiral gemisidir.
Tasfiye süreci doğaldır ki, Türkiye’nin toplumsal dokusunu da yok etmeyi hedefliyor. İşte bu yüzden ülkenin aydınlanma birikimi, ilerici ve aydınları hedef gösterilerek yok edilmeye çalışılıyor. Veya tersinden düşünecek olursak, yeni bir ilerici kuşağın yetişmesi istenmiyor. Bu açıdan, üniversiteler ve temel eğitim kurumları yeni düzenin ideolojik aygıtları haline getirilmeye çalışılıyor. Buna karşın, üniversite öğrencilerinin ve ilericilerin yaratılmak istenen yeni modele karşı direnişe geçmesi, kırıntı halinde dahi olsa Türkiye’de ilericiliğin etkin ve sıçramaya hazır olduğunu bizlere gösteriyor. Aralık 2012’de ODTÜ olaylarıyla başlayan ve diktatörlüğe karşı üniversitelerin teslim olmadığını kanıtlayan eylemlilik, üniversite gençliğinin hala yıkılmadığını, pes etmediğini tüm Türkiye’ye göstermiş oldu. Bunun üzerine, AKP iktidarı kendisini saymayan gençliği; “kindar-dindar ayrımıyla, terörist benzetmesiyle ve şer odaklarınca ayartılan gençler saptamasıyla” hedef göstermeye çalışmış ve üniversitelerin sorgulayıcı tutumunu kanlı bir şekilde budayacağının sinyallerini vermiştir. Üniversitelerdeki polis şiddeti bunun en somut göstergesidir.
Haziran ayaklanması dedik; peki haziranı hazırlayan etkenler nelerdir? Başta TEKEL işçisinin 2010 yılında Ankara’daki duruşudur, yukarıda da belirttiğim gibi ODTÜ öğrencisinin 2012 yılında rejim karşısına ördüğü duvardır. 01, 05 ve 31 Mayıs tarihleri ise, yükselen öfkenin harekete geçtiği ve salt anlamlarının ötesinde artık tepkinin şekillenerek bir güç haline dönüştüğü dönemlerdir. Peki, Haziran ayaklanması ülke gençliği için, emekçiler için kısacası bu toplum için neden bu kadar hayatiydi? Hiç kuşkusuz bu süreç sonucunda, toplumsal muhalefetin sokağa çıkması bu dönemi özel kılıyor. Ayrıca, parlamenter muhalefetin düzen cephesiyle aynı paydada ortaklaşması, bireyler için tek gerçek muhalefet zemini olarak sokağın gücüne güvenmesine ve bu eksende kolektif bir mücadelenin başlamasına sebep olması son derece önemliydi. Bir başka noktada ise, 1980 sonrasında yok edilen öğrenci hareketlerinin bu dönemden sonra hızla büyüyüp gelişmesinin fitili ateşlenmiştir. Haziran’ın devindiriciliğini bu iki ana momentte incelemek gerekecektir.
Haziran ayaklamaması beraberinde büyük bir enerjiyi de getirdi. Bunun neticesinde hem olumlu, hem de olumsuz bir durum ortaya çıkmış oluyor. Olumlu çünkü direniş kültürü insanları birleştiriyor rejim gericiliği ve baskıyı hangi sıfatla kabul ettirmeye çalışırsa çalışsın, insanların gerek mizahla, gerek tencere-tavayla veya kitapla karşılık verdiğini ve bunu süreklileştirdiğini görüyoruz. Olumsuz da bir durum var. O da, bu süreç kontrolsüz ilerleme başladığında, karşımıza hedef gözetmeyen, çabuk sönümlenen bir enerji ortaya çıkmış oluyor. Bu olumsuzluğun giderilmesi ise, örgütlü bir hareketle gerçekleşecektir. Bu bağlamda, “örgütlülük” kavramı üzerinde durmamız gerekiyor. Bu kavram 80 sonrası için adeta korkulması ve uzak durulması gerekilen bir kavram olarak insanlara aşılandı. Çünkü bu başlık düzen için her zaman bir tehdit olmuştur. Olası bir halk hareketinde örgütlü güç, planlı hareket eden, disiplinli ve sönümlenmeyen bir hattı örecektir. Bu ise, yıkılması imkânsız bir direnişi oluşturacaktır. Bu kavram özellikle üniversite öğrencisi için telaffuz bile edilmemesi gereken bir kelimedir. 1980 bu açıdan gençliğe gayet başarılı bellek kaybı yaşatmıştır. Ta ki, 2013 yılında kurulan FKF’ye kadar. Yukarda da değindiğim, örgütsüz bir enerjinin, hedefi olmayan bir dinamizme dönüşmesinin önünde durmalı ve bu dinamizmi planlı bir hatta taşımayı başarmalıyız. Bu noktaya aşağıda kendi Üniversitemiz özelinden yeniden değineceğiz.
Öğrenci ve Üniversite
Üzerine birçok yazı yazdığımız ve uğraş verdiğimiz alana dönmek artık sıradanlaşsa da, meselenin netleşmesi açısından sıkılmadan bazı vurguları yineleme ihtiyacı duyuyoruz. Türkiye’nin toplumsal mücadele hattını şekillendiren kadroların başında öğrencilerin olduğunu belirtmiştik. Gençliğin toplumsal hareketin hızlandırıcıları olduğu ve uzun bir tarihsel deneyime sahip olduğunu da daha önce belirtmiştik. Bu tarihsellik 1880’li yılların birikimini, 1905 grevlerinin etkisiyle özellikle 1904–1906 arasında yoğunlaşan, başta Selanik ve İstanbul olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında gerçekleşen ve binlerce işçinin katıldığı grevlerde öğrencilerin üstlendikleri görevleri, 1920’lerde yapılan İşgale Karşı Öğrenci Gösterileri, 1960’larda öğrenci hareketleri ve 1970’lerde yeni bir ülke kurma mücadelesini veren öğrencilerin unutulmaz mücadeleleri bizlere bırakılan büyük bir miras niteliğindedir.
Bu noktada geçmişin ışığıyla bugünün mücadele pratiklerini birleştirerek geleceğin aydınlanması için çalışmaktan başka çaremiz yoktur. Bu aşamada kendi okulumuza yoğunlaşarak yaşanılan dönem üzerinden tartışmayı kendi yerelliğimize taşıyacağım.
Vakıf Üniversiteleri konusunda genel algıyı tartışarak başlayalım. Sıklıkla duyduğumuz özel-devlet üniversiteleri ayrımının gerçek dışı bir tanımlama olduğunu biliyorduk. Bu öngörünün nicel değerlerle değerlendirildiğini, özel’de okuyan öğrencinin sisteme eklemlendiğini ve bu yapının içersinde bırakın karşıtlığı ağzını dâhil açamadığı söylenir durulurdu. Bu kalıp yargı salt dışarıdan yapılan bir gözlem niteliği olarak da kalmayarak, vakıf üniversitesinde okuyan öğrencileri de etkisi altına almıştı. Bir noktadan haklı verilerin ışığında bu yargı şekilleniyordu. Yani, eylemliliğin olmadığı, tartışma kültürünün kazanılmadığı ve “parası kadar okur” algısının reddedildiği bir ortamın yaratılamaması neticesinde bu kalıp yargı şekillenmiş oldu. Fakat bugünkü şartlar tam manasıyla değişmiştir. Özellikle, gerek özel, gerekse devlet üniversitelerinde mücadeleler ortaklaşmaya, farkındalık seviyesi her alanda üst seviyelere taşınmaya başlanmıştır. Berkin Elvan için yapılan yürüyüş bunun en somut örneğidir. Arıca seçim döneminde Yeditepe öğrencilerinin AKP standını polis saldırısına rağmen kaldırtması, mücadele özelinde özel-devlet üniversitesi ayrımını ortadan kaldır niteliktedir. Bu aşama baskıya karşı özgürlük çabasının bir ürünüdür. Ve meşru bir zeminde durmaktadır. Fakat siyasal eksenin oluşturulamaması bu hareketlerin bir süre sonra sönümlenmesine neden olacaktır.
Vakıf üniversitelerinde yaşanan mücadele pratiklerini sadece siyasal dalgalanmaların ürünü olarak görmek de yanlış olacaktır. Vakıf üniversitelerinde bugün, sermayedar ve öğrenci arasındaki derin karşıtlığı göz ardı edemeyiz. Bu karşıtlıklar bugün öyle bir hale gelmiş bulunuyor ki, üniversitelerde bireyin en temel haklarının dahi büyük ücretler karşılığında alınıp-satıldığı bir dönem yaşanmaktadır. Bu çelişkili durum özellikle alım gücünün yükselmediği, kişi başına düşen milli gelirin 23 bin TL olduğu bir ülkede, öğrenim masraflarının neredeyse 30 bin TL’yi bulan bir meblağa ulaşmasından çıkartılabilir. Bu durum büyük bir tıkanmayı beraberinde getiriyor. Ya söylenilen fiyatı öde, ya da defol!
Ekonomik zorluklar, tıkanıklıklar bir tepkinin filizlenmesine yardımcı oluyor. Fakat unutulmamalıdır bu tepki nasıl hızlı ivme kazandıysa aynı oranda sönümlenebilir. Bu süreç sadece uzun soluklu bir mücadele hattıyla diri tutulabilir. Okan Üniversitesindeki fiyat artışlarını ve tepkileri bu oranda değerlendirmek gerekmektedir. Bu aşamada üniversitede bu dönem neler oldu kısaca üzerinden geçelim.
Okan Üniversitesinde diğer üniversitelerde de olduğu gibi bir toplumsal tepkinin şekillendiğine şahit olduk. Berkin Elvan anması bu noktada kritik bir yer tutmaktadır. Hem okul içinde, hem de okul dışında anmaya katılım kitlesel yaşanmıştır. Toplumsal tepkilerin artık kampüse taşınması, ileriye yönelik farklı bir geleneğin şekilleneceğinin sinyallerini veriyor. Bunun akabinde, okulda öğrenim fiyatlarına yapılan zamlara karşı başlayan kendiliğinden tepkinin evirilerek kitlesel eylemlilikler boyutuna taşınması birçok öğrencinin ölü toprağını üzerinden atmasını sağlamıştır. İlkin bir imza kampanyasıyla başlayan, sonrasında büyüyen tepkiler ve bunun üzerine yapılan toplantılar aslında bu sürecin planlı bir şekilde ilerlediğinin göstergesidir. Bunun sonucunda, okul yönetimiyle kurulan diyaloglar da bir işe yaramamış ve eylemeler büyüyerek gelişim göstermiştir. Fakat bu aşamadan sonra somut bir kazanım sağlanamamıştır. Evet, bu eylemlilik somut bir kazanımı getirmemiştir. Fakat benim bakış açımdan gerçek bundan tam tersidir. Eylemlilik öğrenciler açısından yeni bir deneyim anlamına geliyor. Bu açıdan bakıldığında daha tam anlamıyla güçlenmemiş bir muhalefetin bu dönemde yeni yeni filizlendiğini söyleyebiliyoruz. Bu aşamayı bir büyüme ve gelişim süreci olarak görmeli, fakat başlarken de belirttiğim gibi, bu gelişim sürecini planlı ve örgütlü bir hedef doğrultusunda şekillendirmeliyiz. Her şeyden önce yaşanan eylemliliğin değerlendirilmesi, somut ve nicel sonuçların çıkartılması ve daha öte bir planlamanın yapılması gerekmektedir. Bu dönem yalın haliyle bir atılım dönemidir. Ve her atılım dönemi içersinde belli zorlukları taşıyacaktır bu da gayet normaldir. Fakat bu atılımın nihai sonuçları da belirttiğimiz kriterleri yerine getirdiğimizde şekillenmeye başlayacaktır.
İki adım ileri, bir adım geri…
Dönem değerlendirmesini üstün körü de olsa yapmaya çalıştım. Elbette ayrıntılara boğulmadan meselenin genel çerçevesini çizmek gerekiyordu. Fakat bir noktayı es geçtiğimiz takdirde bütünselliğin kurulamayacağını düşünüyorum. Öz eleştiriyi bu bakımdan yapmamız gerekiyor. Gerek sosyoloji ve Felsefe Kulübü olsun, gerekse FKF olsun pek çok konuda eksikliklerini onaramamış durumdadır. Ve ne gariptir ki, bu eksilikleri gidermek için minimum çaba bile sarf etmiyoruz. Birçok konuda çalışmalarımızı yarım bıraktık, toplantılara gelememek için bahaneler ürettik, bir arada oturmak için bile telefon bekler olduk, yönetimin bile toplantı yapmayı zoraki bir görev olarak gördüğünü biliyoruz. Bunu tam tersi bir süreç yaşansaydı, okulda yapılan açık toplantılar bizi daha da ileri götürecek ve kitleselleştirecekti. Birbiriyle iletişim kurmayan insanların ortak hareket etmeleri gereken durumlarda nasıl bir başarı bekledikleri de sorulmaya değerdir. Kısacası bu ortaklaşmayı ve dostlu sıkı bir şekilde kulüpte oturtturamadık. Fakat hızlı bir şekilde bu eksiği gidermemiz gerekecektir. Bir üniversitede ve o alanda yapılan çalışmada kurulan dostluklar bizim yel değirmenleriyle olan savaşımızda başarı sağlamamıza yardımcı olacaktır.
Diğer taraftan bireysel eleştirilerin de yapılması gerekiyor. Neden hayatımızı planlayamıyoruz?, Neden yapılması gereken çalışmaları daima erteliyoruz? Ve neden gönüllülük ilkesini bir türlü benimseyemiyoruz? Bu soruların cevapları aynı zamanda okuldaki eylemlerde “neden daha da kitleselleşemedik?” sorusunun yanıtı olacaktır. Tepkili olduğumuz da bunu sonuna kadar ilerletmek, hiç olmazsa diğer insanlarla yan yana o safı paylaşmak gerekir.
Bu dönem öğrenciler için bir atılım dönemidir dedik ve bu deneyimin ötesine geçmek için çaba sarf edilmesi gerekecektir. Bu uğraş birkaç kişinin ilerleticiliğiyle değil, bütün arkadaşlarımızın gayretiyle gerçekleşecektir. Daha şimdiden çok şey kazanmış bulunuyoruz ve bu doğrultuda, doğan tersliklerden umutsuzluğa kapılmayarak bu mücadeleyi sürdürmeliyiz. Ama her şeyden önce kolektif bir algıyı ve hayatımızı disipline ederek işe başlamalıyız.
Son olarak,
Dönemin sonuna doğru ilerlerken karşımızda duran gündemlere de değinmek istiyorum. İlkin okuldaki eylemliliğin devam ettirilmesi gerektiğine dair öneriler dinliyoruz. Ben burada asla, gözden geçirilmemiş inatçı, dogmatik bir yanla meseleleri masaya yatırmayalım diyorum. Bugüne ve ileriye dair planlı bir yol haritası çizmemiz gerekiyor. Bunu ötesinde önümüzde birkaç uğrak var. 1, 6 ve 31 Mayıs toplumsal duyarlılıkların harekete geçeceği dönemler olacaktır. Bu noktada hazırlıklarımızı arttırmamız ve hareketli bir Mayıs ayına hazırlanmamız gerekiyor.